Koyu lacivert hatta siyaha yakın duvarları bulunan küçük banyomuzda, kapının kenarından onun fırça darbeleriyle yüzünü tıraş köpüğüne boğmasını keyifle izlerken, aynadan bana esmer yüzünü aydınlatan coşkusuyla bakıp, parmağıyla yüzümü her seferinde köpüklemesini heyecanla beklerdim. “Kesti mi kendin keseceksin evlat, berbere saçını kestirmeye git ama sakallar hep senden olsun, bu da sana baba tavsiyesi,” derdi sanki dünyada bana bırakacağı tek miras buymuş gibi. Tıraş losyonunu özenle sürüp beni öpünce, bütün gün okulda losyon kokusu üzerime sinmiş şekilde, akşam olup babama kavuşacağım zamanı heyecanla beklerdim. Dünyanın en ciddi, başkasına asla bırakılmayacak işinin kendi kendini kesmek olduğunu söyleyen babamın iri gözleri, dalgalı saçları, bembeyaz dişleri, deri tabaklamadan nasır tutmuş büyük elleri, hep bir hayaletten kaçar gibi hızlıca konuşması ve içten, hatta edepsizce kahkahaları, bir gün koca adam olmanın hayranlık verici hayalleriyle süslerdi çocukluğumu.
Dışarıdan kirli sarı, üzerinde duvar yazılarının bulunduğu, küçük damlı evlerin sıralandığı, Arnavut kaldırımlı sokakların olduğu, sabahları taze ekmek kokan mahallede, bir tek bizim evin önünde bu kadar büyük bir ceviz ağacının bulunması, en iyi arkadaşı merdaneli çamaşır makinesi olan anneme göre iyi bir şey değildi. “Uğursuz ceviz ağacı, bir gün bizimle birlikte birkaç eve de sıkıntısını salacak, keselim bunu, yaprakları ayrılık getirirmiş,” dese bile, babam asla elletmez, onun ihtişamı ile aynadaki kendi görüntüsünün muhteşemliğini neredeyse bir tutardı.
Akşamları eve geldiğinde, annemin tiksinti dolu bakışları ile kokmuş olan giysilerini, iğrenerek tek parmağı ile yıkamaya götürmesini görmezden gelen babamın, benimle şakalaşmalarının verdiği hazzın ve coşkunun yanında, somurtkan, huysuz annemin mimikleri ufak bir ayrıntı olarak kalırdı o zamanki hayatımda. Ceviz ağacının, meyhanedeki Saniye Abla’nın gözleri gibi iri yeşil yaprakları, sonbaharın kırık güneşinde babamın cam kenarındaki koltuğunun yarısını gölgeler, işten geldikten sonra açtığı birasını yudumlarken, ışık huzmesi dalgalı perçemlerinde keyifli bir gezinti yapardı. Bir türlü alışamadığı giysilerin kokusu ve pisliği karşısında hiç de rahatsız olmayan babama, temizlikten de daha ağır gelen onun vurdumduymazlığı karşısındaki öfkesini sürdüren annem, kendi kafasına hangi yemeği pişirmeyi koyduysa özensizce sunardı bizlere, aramızdaki dostluktan intikam alır gibi. Biz ise hafta içlerindeki sofrayı umursamaz, cumartesi akşamları babamın beni de götürdüğü ilçe meyhanesini düşlerdik. Annemin mercimeğinin karşısında, Saniye Abla’nın Rumeli mezelerinin karşı konmaz rekabetini…
Bizim mahalleden bakıldığında, uzaklarda tren gibi sıralanan tabakhanelere, babam yazları beni de götürürdü. Çok sonraları anladım, aslında beni evden kaçırmak için elinden geleni yaptığını. Hacı babasının dediklerine aldırmadan kocasının yakışıklılığına kapılan annemin, sürekli temizlik yapmasından, mikroplardan kaçışından, ola ki burnu akar diye elinde kağıt mendil ile dolaşıp, abdesti olsa bile her namaz vakti yeniden abdest alan annemden kaçıyorduk hep birlikte. Şöyle aklı başında, namazında niyazında bir kocası olamamıştı ki. Ama nazarı değmişti komşu Hayriye’nin onun kocaya varmasına, kendi kızı evde kaldığı için. Her gün Tanrısına kocasının tabakhaneden çıkıp, hacı babasının amca oğlunun yanındaki marketinde çalışması için yalvarırken, Tanrı bilmez kocasının secdeye başını eğmediği için bu pislikle cezalandırıldığına inancı tamdı oysa. Temizlikten yana bir derdi yoktu da onu çamaşır makinesi günaha sokuyordu, biraz ondan sıkılıyordu. Merdaneli çamaşır makinasının üzerine dirseklerini dayayıp vücudunu iyice yerleştirmeye başladığında, sarsıntıların vücuduna verdiği rehavet biraz onu utandırıyor, rahatlattığı içinde Allah’a hem şükrediyor hem de bu günahından dolayı başına bir iş gelmesinden çok korkuyordu. Arzusundan duyduğu bu utanç, çamaşırların tertemiz olmasıyla arınıyordu aslında. Bir de üstüne Tanrıya kendini verince, aklanma tamamlanıyor, ruhu da vücudu gibi rahatlıyordu neyse ki.
Derilerin stoklandığı loş, havasız tabakhanenin, başlangıçta burnumun ve beynimin içine kadar işleyen pis kokusuna, sonraları ben de alışmıştım. Babamın tabaklamayı neredeyse iki kişilik işçinin yapacağından daha iyi şekilde yaptığını bilen patronunun torpiliyle oralarda durur, hayranlıkla babamın kuvvetini seyrederdim. Kokudan ve pislikten ziyade, çocukların köpek dışkısı toplayıp tabakhaneye aceleyle getirmesi beni çok rahatsız eder, az harçlık karşılığında yaptıkları bu pis işi düşündükçe kendimden utanırdım, aynı babamın da kendinden utandığı gibi. Kim bilir belki de o yüzden, babam bu çocukları gördükçe yaptığı işten hiç şikâyet etmiyor, hatta onların bu pis işi yapmasından duyduğu rahatsızlık ve utanç onu daha da işine bağlıyordu.
Annemin her Cumartesi giysilere değil de bu defa bize mikropmuşuz gibi bakıp meyhaneye yolcu etmesiyle neredeyse koşarak gittiğimiz yere ulaşınca, bu sefer burnumuza gelen has zeytinyağı ve rakı kokuları ikimizi de coşturur, ben de Saniye Abla’yı göreceğim diye düşünürken kulaklarıma kadar kızarırdım. Sayesinde erken uyanmıştım düşlerimde. Arnavut Saniye Abla’nın beyaz göğsünde parıldayan altınları, hafif kumral, hep sabun kokan saçları, bol kirpikli yeşil gözleri ile masamıza getirdiği; enginar, Çerkez tavuğu, biberli lor turşusu beni benden alır, uyanışı engellemenin elimde olmadığını düşünürdüm. “More bir gün sana pırasalı bürekte yapıcam,”, derken göçün yüzüne verdiği gölgeyi ortadan kaldıramasa da, ilk aşkımın billur sesi uzun yıllar kulaklarımda kaldı.
Gene bir gün meşe ağacından cevizler düşmeye, güneş kırıklar halinde akşamüstü babamın koltuğuna ulaşmaya başlarken birazdan akşam olacak sevinciyle salona girdiğim vakit, bu defa erken gördüm babamı. Beyaz mis kokan çarşaflı çekme koltukta, bakışlarının ışığı sönmüş, yüzü gölgelenmiş, artık tanıyamadığı ve bundan sonra da tanıyamayacağı bir sürü insan başında, ruhu çekilmiş gibi yatarken. “Kaç kere ‘Çık,’ dedim o tabakhaneden, kaç kere ‘Meyhaneye gitme,’ dedim oğlumu da yoldan çıkarırken, kaç kere ayrılık getirecek diye, ‘Şu ceviz ağacını keselim,’ dememe rağmen beni hiç dinlemedi, çarpıldık işte,” diye feryat eden yüzü, acı yerine öfkeden kızarmıştı annemin. Bana birden yabancılaşmış bu kadın sesi kulaklarımda çınlarken hiç ağlamadım, ağlayamadım. Karşısında bana aynadan baktığı gibi baksın diye süngerle köpükledim her gün babamın yüzünü, tıraşını ben yaptım, onu başkası kesmesin diye… Ama tanıtamadım kendimi nafile. Tanıyamadı beni. Ne bir ses ne de bir bakış vardı artık onda. Kan beyninde donduğu gibi, hayatını da dondurmuştu, hem de hiç haber vermeden, birdenbire.
Bir gün annem ceviz ağacını kestirdi biz ayrılmayalım diye, bir gün tabakhaneleri ilçeyi pisletiyor diye, çok da görünmez bir yere taşıdılar. Bir gün Saniye Abla’nın orospu olduğunu duydum ve bir gün tabakhanenin olduğu yerde, köpeklerin sadece dışkıları ile yalnız kaldığını işittim. Memleketim gölgesiz, kahkahasız ve coşkusuz kepenklerini indiriverdi benim gözümde.