Cuma, Temmuz 18, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Munch ile Çığlık Çığlığa

-Genç kadın boşandığı kocası tarafından evinin kapısı önünde öldürüldü!
-Yedi yaşındaki kız çocuğu bir haftadan beri kayıp!
-Kayak Merkezinde otel yangını faciası, 78 kişi yaşamını yitirdi!
-Protesto eylemlerine katıldığı için üniversite öğrencileri gözaltına alındı!
-30 yıllık üniversite diploması iptal edildi!
-Gözler olası İstanbul depreminde; 3 milyon kişi tehlike altında!
-14 yaşındaki çocuk Kadıköy’de bıçaklı saldırıya uğradı!

Her gün ayrı bir travma! Biz ne yaşıyoruz diye soruyorum kendime. Nefes almakta zorlanıyorum. Kalbime zorla ekilmeye çalışılan umutsuzluk, kaygı, tedirginlik nereye gitsem peşimden geliyor. Bir türlü uyanamadığım, bitmek bilmeyen bir karabasan içindeyim. Bir çığlık atıyorum. Kimse duymuyor. Çığlığım içimde yankılanıyor. İçimi acıtıyor.

Dışarı atıyorum kendimi. Etrafımda yüzlerce yürüyen ölü. Konuşuyor, gülüyor, bağırıyor, hareket ediyor gibi görünüyorlar ama ölüler. Ölü olduklarının farkında bile değiller. Benim gibi onların da atamadıkları çığlıkları içlerinde hapis… 

Çığlık çığlığa etrafım… Ama hiç ses gelmiyor.

Sessiz çığlıklardan kaçmak için geldiğim Oslo’da Munch Müzesi’ndeyim. Müzede henüz kimse yok, ilk giren benim. Etrafım, insanın iç dünyasını, duygularını ifade etmeye odaklanan Ekspresyonist akımın en etkileyici ressamlarından olan Edvard Munch’un resimleri ile çevrilmiş durumda.

Herkesin aşina olduğu “Çığlık”, “Melankoli”, “Endişe” resimleri. Yaklaşabildiğim kadar yaklaşıyorum resimlere. Acı ve hüzne bulanmış resimlere dikiyorum gözümü. Kalbimde bir sıkışma hissi oluyor. Kaçıyorum. Bir süre sonra tekrar aynı resimlerin önüne geliyorum. Mıknatıs gibi çekiyor beni resimler. Sadece bu üç resim değil. Tüm resimlerin karşısında dakikalarca büyülenmiş bir şekilde kalıyorum. Ama bu büyü, kara bir büyü. Ben artık kara bir büyünün esiriyim. Ülkemdeki sessiz çığlıklardan kaçan ben, resimleriyle umutsuzca mutsuzluğunu haykıran Edvard Munch’a, kara bir büyücüye teslim ediyorum kendimi.

‘Seni melankoliye sürükleyen, umudunu çalan, bu sessiz çığlıkları attıran neydi?’ diye içimden geçiriyorum.

Bir fısıltı duyuyorum o anda. Ürperiyorum. Ben hiç mutlu olmadım ki, hiç umutlu olmadım ki diyen bir fısıltı… Fısıltının Munch’a ait olduğunu biliyorum. Bunu kalbimde hissediyorum. Resimleri aracılığıyla benimle konuşuyor. Uykuda gezer gibi, bilinçsizce, ayaklarım beni 1899 yılında yaptığı Ölüm ve Çocuk resmine götürüyor.

– Annemi çok küçükken kaybettim, tüberkülozdan. Son nefesini verirken ağzından gelen kanın kokusu sindi hayatıma. Babam dindar bir doktordu. Din konusundaki tutuculuğu doktorluğunun önüne geçiyordu. Çocukluğum boyunca korkuyu ezberletmeye çalıştı bana. Tanrı korkusu, günah korkusu, cehennem korkusu derimin içine işlesin diye çok uğraştı. Ben hep mesafeli durdum babama da babamın karanlık zihninden bana akıtmaya çalıştığı zehirli inanışlara da. Babamım öğretmeye çalıştığı korkuları sahiplenmeme gerek yoktu, benim bir başıma besleyebileceğim çok korkum vardı zaten. En başta ölüm korkusu. Annemden hemen sonra kız kardeşim de tüberkülozdan ölünce, içimdeki ölüm korkusu büyüdü, genişledi, her yeri kapladı. Sevdiklerimi kaybetmeye devam edeceğim diye, yalnız kalacağım diye korktum. Ben de öleceğim diye korktum. Şizofren olan diğer kız kardeşimi akıl hastanesinde gördüğümde, delirmekten de korktum. Kaçınılmazdan kaçamadım, 45 yaşında ben de sinir krizi geçirdim, hastaneye yattım. 

Durmadan konuşuyor. ‘Bu kadar mı konuşmaya hasretsin’ diye içimden geçiriyorum. Duyuyor ama önemsemiyor beni, biliyorum. O, sadece, yıllardan beri süren suskunluğunu kusmak istiyor. Beni başka bir resme yönlendiriyor sesiyle. “Göz Göze” resminin önünde duruyorum bu sefer. Anlatmaya devam ediyor.

– Evlenmedim. Kadınları sevdim, tutkuyla sevdim. Hep aşkı aradım. Aşkta cenneti, cehennemi bir arada yaşadım. Kadınlar için hep bir baş belası oldum. Çok yara aldım, çok yaraladım. Acı çektikçe sevdiğim kadınların canını yaktım. Acı içinde eriyip yok olalım istedim, beni yok etmelerini istedim, onları yok etmek istedim.

1913 yılında yaptığı “Evlerine Dönüş Yolundaki İşciler” resminin önüne geliyorum, müzede benim dışımda kimsenin olmadığını hissettiği için daha yüksek bir sesle anlatmaya devam ediyor.

– Benim kişisel geçmişim karışıktı, travmatikti. Ölüm, hastalık, delilik, korkular ile yoğrulmuştu. Dünya farklı mıydı sanki! Sanayi devriminin sıradan insanların hayatında yarattığı karmaşayı gördüm. Avrupa’da bir salgın gibi yayılan milliyetçiliğin değdiği yerlerde oluşturduğu çirkin izleri takip ettim. Birinci Dünya Savaşı patladığında 51 yaşındaydım. Savaşın yaratığı yıkıma tanık oldum. Ama benim için en büyük savaş kendimle olan savaştı.

Hayat çok zordu. İnsanlar mutsuzdu. Ben mutsuzdum. Resimlerim çok eleştiri aldı. Figürlerim çirkin, kaba ve acımasız bulundu. Ama hayatta bu kadar sefalet, vahşet, karamsarlık varken, ben tüm bunlar yokmuş gibi yapamazdım. Yaşadığımız cehennem içinde hayali bir cennet yaratamazdım. Bana ait varoluş sancısını, tüm insanlığa ait o sancıyı ancak bir şekilde ifade edebilirdim. Sert, hayvani, tekinsiz bir şekilde.

1940 yılında yaptığı oto portresi önüne geldiğimizde sona yaklaştığımızı hissediyorum.

– Tüm hayatım boyunca karşılaşmaktan korktuğum ölüm bana gelmeden bir sene önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında Norveç’in Nazi Almanyası tarafından işgal edildiğini de gördüm. Ama artık gidiyordum bu dünyadan. Benim için kendimle olan savaşın sonu gelmişti, işgal ettiğim vücuttan geri çekilecektim. Dünyanın durumu artık beni ilgilendirmiyordu.

Müze kalabalıklaşmaya başlıyor, ellerinde cep telefonları resimlerin önünde selfie çekenler, “Çığlık” resmini görebilmek için sıraya giren insanlar, konuşmalar, gülüşmeler. Ses kesiliveriyor bir anda. İçindeki çürümeyi yansıttığı resimlerinden birinin içine saklanıyor. Her zaman yaptığı gibi bu zorlayıcı dünyadan kaçabilmek için resimlerine sığınıyor, beni de avuçlarımda ona ait korkular ile bir başıma bırakıyor. Kimsenin duymadığı sessiz bir çığlık daha atarak müzeden çıkıyorum.

Ayşe Beker Ülgen
Ayşe Beker Ülgen
Babasının işi nedeniyle birkaç sene yaşadıkları Adana’da doğdu, ama Ankara'da boy attı, büyüdü. Babası gibi Mülkiye’den mezun oldu. Okul bitince iş nedeniyle İstanbul’a göç etti, bu şehirde evlendi. Otuz yıla yakın İktisat Bankası, The Park Avenue Bank ve Türk Ekonomi Bankası’nda Teftiş Kurulu, Kredi Pazarlama, Kurumsal Bankacılık Pazarlama, İnsan Kaynakları bölümlerinde çalıştı. Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki MBA’ini COVID-19 sürecinin Sanat Piyasaları üzerine etkisini analiz ettiği projesi ile tamamladı. Bir yıl önce EYT kapsamına girdi, arkasına bile bakmadan bankasından ayrıldı. Mevcut durumunu “Emekli” olarak tanımlayamıyor :)) Şu an iştahla yazıyor, okuyor, geziyor, daha çok anlamaya ve öğrenmeye çalışıyor.

POPÜLER YAZILAR