Sıkıntıların kol gezdiği bir gecenin kör sabahında, markete bakan bankların birinde, kucağımda kapkara bir kediyle oturuyorum. Alışveriş yapanlar önümden geçip gidiyor. Soğuğu acımasız, sıcağı yakıcı bu şehrin, köhne ve ağlamaklı sokaklarında görünmezim. Parkın ortasında yer alan süpermarketin yan tarafına kurulmuş çadırda, yaşı tahmin edilemez, gözleri sönük, vazgeçmiş bir adam yaşıyor. Sokağın kedileri ona yoldaşlık ediyor. Kedilerin kimisi gri, kimisi beyaz, pek azı kara, bazısı kırçıllı, çoğu sarman, tekir ve siyahlı beyazlı. Leopar desenli mavi bir kazak ve kot pantolon giymiş, uzun ince, yüzü çökükçe, yaşı geçkince bir kadın elindeki poşetlerle adamın çadırına doğru ilerliyor. Bir müddet sohbet ediyorlar. Ayrılırken poşetlerden birini çadıra doğru bırakarak sesleniyor, “Hoşça kal.”
Diğer banklar boş olduğu halde yanıma gelip oturuyor. Pembe rujlu kalın dudaklarına tutturduğu sigarasını emerken, konuşmaya başlıyor.
“Mimardır aslında,” diyor, kalınlaşmış sesiyle.
“Kim?”
“Şarapçı. Mimardır o, adı Muzaffer. Çok iyi adamdır.”
“E ne olmuş ki böyle sokakta yaşıyor?”
“Bıkmış usanmış adam.”
Çektiği dumanı hırsla burnundan üflüyor. Sonra gömüldüğü sessizlikte sigarasını nefes nefes tüketiyor.
“Haydi bana müsaade,” diyor izmariti ayağıyla ezerken.
Kadının ardından, kucağımdaki yavruyu kedi evlerinden birine bırakarak ben de kalkıyorum. Yokuş aşağı yürüyerek parkın içinden geçiyorum. Sokak satıcıları meydanı doldurmuş. Tezgahlar; gümüş takılar, ev aksesuarları, biblolar, salaş giysiler, rengârenk cam eşyalar, incikler, boncuklar, el işi ürünler, seramik fincanlar ile dolu. Her tezgâhın üzerinde bir kedi uyuyor. Saçlarımı savuran sert rüzgârla birlikte derince soluk alarak deniz kokusunu içime çekiyorum. Yeşil, cam bir kedi biblosu seçiyorum kendime. Gözlerimin yeşilinde.
Ben gözlerimi ela zannederdim. O ise söyleyiverdi bir gün, körfeze bakan çatı katının mutfağında; derince bakıp kahverengi gözlerinin içindeki sevgiyle, “Ne güzel senin gözlerin, yeşil yeşil,” diye.
“Ferhunde, yemek vakti,” diye bağırıyor yanımdan geçen adam.
Uzun tüylü bir ateş kedisi koşturarak sesin peşinden gidiyor.
Oturduğum apartmana geldiğimde merdivenleri uçarcasına çıkıp kapıyı açtım. Anahtarı girişte yer alan dolabın üzerindeki çanağa fırlatınca, beşinci kattaki dairenin beş kedisi sırayla ve esneyerek yanıma geldi. Bir ateş kedisi, üç tekir, bir smokin. Kapıdan girince sol tarafta yer alan büyük salon ile küçük oda, dar ve köhne bir ara sokağa bakıyor. Sağ taraf ise körfez manzaralı teras, mutfak ve yatak odasından oluşuyor. Elimdekileri mutfak masasına bırakıp manzarayı izlerken terastaki rüzgâr çanlarının şıngırtısı geliyor kulağıma. Kediler peşim sıra mutfağa yerleşiyor. Küçük olan seviyor diye sulandırılmış süt koyuyorum kâseye. Pencereyi açıyorum. Rüya kapanlarının saçakları savruluyor. Havada, çiseleyen yağmurla gelen buruk toprak kokusu. Terasta saksılar dizi dizi, pembeli, sarılı menekşeler, sardunyalar, bir limon ağacı, bir de bodur çam.
Biraz şarap koyuyorum kendime ve bilgisayarımı açıp üzerinde çalıştığım çeviri metninin sayfalarına dalıyorum. Gün geceye dönerken çoğunu tamamlıyorum. Kedilerin küçük olanı masa üzerinde uyumuş. Siyah beyaz olanın tek gözü yok. Savaşçı bir kız. Pencere önündeki koltuğa çıkmış, dinginlik içinde körfezi seyrediyor. Kim bilir belki de gemileri sayıyor. Evet, evet kesin saymayı biliyordur. Öyle akıllı. Yanında tombul tekir uyukluyor. Büyük olanlar salondaki koltuklara yayılmış. Ev huzur içinde. Kendim de şaşırıyorum bu kadar huzurlu olmasına. Laciverte dönen günün içinde, pembenin onlarca tonuna boyanmış bulutlara bakıyorum. Ardından gözlerimi indirip Karşıyaka’nın ışıklarına dalıyorum. Uzakta, ufka doğru yükselen bir bina var. Mavi, yeşil, kırmızı oluyor tepesindeki ışıklar sırayla. Tam mavi olduğunda her şey düzelecek, diyorum içimden. Yeşil olduğunda gözlerimi kapatıp açıyorum. Sahilde salınan arabaların farları akıp gidiyor.
Ertesi gün, gene marketin önündeyim. Saat öğlene ilerliyor. Kucağımdaki kedi bu sefer sarman, tüylü tüylü bir yavru.
Ayaklarımın dibine doğru fırlatılan kanlı hamsilerle irkiliyorum. Birisi kedilere çiğ balık fırlatıyor, üstelik gittiği yere pek aldırmadan. Kediler neredeyse havada kapıyor. Dönüp baktığımda dün sabahki kadını görüyorum. Bir müddet seyredip sesleniyorum, “Günaydın.”
“Günaydın,” diyor belli belirsiz, ağzında sigarayla.
Ne tuhaf kadın. İki torba dolusu balık var yanında. Torbaların dibi kanlı su, betonun üzeri kanlanıyor. Niye ayaklarımın dibine doğru fırlattığını merak ediyorum. Hoşuma gitmiyor.
Sigarasını atarak yanıma geliyor. Bir müddet sessiz oturuyoruz bankta. Varlığından huzursuzum. Birden, “Ben,” diye mırıldanıyor, “ben de aslında ondan farksızım, sadece dört duvar içinde uyuyorum, tek fark bu.”
Sonra bir çırpıda, karanlık, kapkara bir sevdaya tutulduğunu, sevdalısı ortadan kaybolduğunda çektiği acıyı ve uykusuz gecelerinin nasıl başladığını anlatıyor. Bu uykusuz gecelerin sabahında kalkıp parka gelmek, evsiz adamla birkaç laflayıp, ona ve kedilere yiyecek bir şeyler almak ise o günlerden kalan bir alışkanlık.
Benden yana bakıp soruyor, “Senin hikâyen ne, senin de mi uykuların çalındı?”
Benim hikâyem mi?
Ne anlatabilirim ki bu hiç tanımadığım kadına? Köhne ve ağlamaklı sokaklarında yaşadığım bu şehrin beni nasıl sevmediğini mi? Yaşadığım hayal kırıklığını veya daha da iyisi, yüreğimin derinine saplanıp kalmış aşkın sızısını mı?
“Bir hikâyem yok,” diye sertçe yanıtlıyorum.
“Herkesin bir hikâyesi vardır.”
“Benim yok!”
Hızla kalkarak parktan ayrılıyorum.
Deniz kokan dar ve yokuşlu sokakları bir çırpıda geçip evin yanındaki markete girdim. Sonra ne kadar hızlı yürüdüğümü fark edip yavaşladım. Biraz beyaz leblebi, biraz tuzlu fıstık alıp, şarap seçtim ucuzundan iki tane. Kediler, içtiğim ucuz şaraplar. Sokaktaki adamdan farkım bir evim olması. Tıpkı o deli kadının dediği gibi. Gülüyorum, hem de sesli. Yan taraftaki görevli başını çeviriyor baktığımda. Bir daha kedili parka gitmeyeceğim.
Eve girdiğimde derin bir oh çekiyorum. Karnabahar var evde. Kızartma yapayım en iyisi. Küçük çiçeklere ayırdığım karnabaharları önce şekerli suya batırıyor, sonra kurulayıp tuz ve mısır ununa bulayarak kızgın yağın içine atıyorum.
Küçük kedimin “Hi hi huuuuuu,” diyerek mutfağa dalmasıyla küçük bir kahkaha atıyorum. “Ne istiyorsun gene, süt mü?” Kâseye süt doldurup yere koyarken başını okşayarak fısıldıyorum, “Yavaş iç.”
Hazırladığım yemeği masaya götürüp, masayı camın önüne çekiyorum. Yemeği yiyip işe koyulurum. Dünden kalan şarabı bir kadehe dolduruverdim. Yeni şişe akşama kalsın.
İşim bittiğinde karanlık mutfakta sadece bilgisayarın ışığıyla oturuyordum. Olduğum yerde gerindim, kalkıp ışıkları açtım. Önümdeki yazıyı kapatıp biraz dolandım evde. Banyoya, yatak odasına gittim. Kirli çamaşırları toplayıp mutfaktaki çamaşır makinesine attım. Salondaki perdeleri çektim ve oranın da ışığını yaktım. Evin ön tarafındaki küçük odada asılı duran çamaşırları katladım. Tekrar yatak odasına gidip çekmecelere yerleştirdim. Panjuru hafif indirdim. Oda körfeze baktığından perdeleri çekmedim.
Birden aklıma kedili park ve çadırda yaşayan adam düştü. İçim sıkıldı, hava soğuktu. Kilo verdiğim için artık üzerime olmayan onlarca kazak vardı evde. Bir tane de fazladan battaniye. Pembe ama olsun. Sabah tekrar gitmeye karar verdim. Şarabın birini de ona veririm hem. Fazla kalmadan vereceklerimi verip dönerim. Biraz içim rahatladı. Mutfağa döndüm. Kadeh elimde koltuğa gömülürken içerde yatan kediler de mutfağa geldi. Biri kucağıma yerleşti. Saat zaman içinde akıp giderken kendimi gecenin dinginliğine bıraktım.