Çarşamba, Mayıs 21, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Yeterse Yeter

“Anne Gamze üşütmüş, hasta…Çabuk gel!”

Bunu duyduğumda beni sarsan şey, içimde usulca kıpırdayan o tuhaf sevinç olmuştu. Son zamanlar da duymaktan en çok hoşlandığım kelime buydu; “Hastalık.” Ne garip değil mi? İnsan, nahoş bir kelimeyle nasıl da mutlu olabiliyor?

Çocuğunun hasta olmasına sevinebilecek bir anne değildim elbette. Önemli olan o kelimenin neyi ifade ettiğiydi. O da;

“Anne hadi gel yanımıza gezelim, hem sen de biraz kafanı dinle,” demekti sadece.

Yüzleri buruşturan o kelime son bir yıldır imdadıma yetişen, İstanbul’dan bu taraflara yollanan bir can simidiydi. Almış, öpmüş, başıma tac etmiştim ben de kendisini.

Bu koca çiftlikte hayvanların, bitkilerin ve ağaçların arasında yaşamak; ilk zamanların heyecanını soldurmuş, artık eziyet olmuştu benim için. En yakın köyün, kasabanın evlerinin birer karınca gibi gözüktüğü, yürümeye elverişsiz tepelik bir yerde yaşıyordum. Hayvanlara ve bahçeye bakan Hamdi Efendi’yle, ev işlerine yardımcı Naciye Hanım’dan başka, insan yüzü görmeyeli öyle uzun zaman olurdu ki bir sese, sohbete, cana hasret kalırdım. Kızlar evden ayrılınca kocam istemişti “İlle burada oturalım,” diye. Sıkıntı, stres, bunalım hâlleri olan; sinirli, geçimsiz, huysuz bir adamdı kendisi. Ailelerimiz yakındaki bir kasabada oturur, arada bir uğrarlardı yanımıza. Ben evimden başka yerde rahat edemez, kimseyi de görmek istemezdim.

Gün, sonbaharın savrulan yapraklarının camdaki tıkırtısıyla başlamıştı benim için. Hafif çiseleyen yağmurla hayvanlardan gelen envai çeşit ses, bir melodi gibi rahatlatmıştı içimi. Tavuklar, horozlar, üç koca inek, iki melez at, bekçi köpeğimiz Biço yaz sonrası ilk yağmuru sevinçle karşılar gibiydi. Yazın her yerde sıcaktı ve hepimiz yeterince bunalmıştık. Hele kocam, gökteki güneşe nefret savurur olmuştu.

Kocam… Amcamın oğluydu.

Sahi, neredeydi ki? Bin bir düşünce içindeyken hazır ettiğim kahvaltıya geç kalmıştı. Bana bir iyilik yapıp banyo mu yapıyordu da gecikmişti böyle. “Günaydın,” ya da “Eline sağlık,” demeden, ağzına attığı bir iki lokmadan sonra çekip gidecekti yine. Bu kadar yıl oldu, sabah ağzından bir çift söz işitmedim. “Konuş da yeter ki acı konuş,” dediğim çok olmuştur. Oysaki o, yokmuşum gibi davranmayı, bana ilgisiz kalmayı seçmiş; bu hâline kırılıp gücendiğimi de bilip zevk almıştır. Sonuçta, mal mülk sevdası yüzünden ikimiz de mecbur kalmış, evlenmiştik. Bizim buralarda toprağa “El karışmasın” diye bir yafta vardı. Öyle ki bu; doğacak torunların sağlığından, kolundan, bacağından, zekâsından; evlenen kişilerin mutluluğu ve huzurundan daha önemliydi. Kocam, avuç dolusu ilaç içecekmiş, geceleri bir çocuk gibi eski sevdiğinin adını haykırıp ağlayacakmış, bağırıp, çağırıp sinirinden kas katı kesilecekmiş, uykusuz geceleri diken gibi bize batacakmış, kimin umurunda? Tek dertleri miras zamanı aralarına yabancı girmesin, yeterdi. O yüzden birbirimizden pek de bir şey beklememeliydik. Ama aynı çatı altında yaşayan insanların birbirine hiç olmazsa biraz saygı göstermemesi kanıma dokunuyordu. İnce ruhlu, hassas kadın ruhumun elzem isteği olsa gerek. “Evlenmem ben bu adamla,” deyişimin, yıllara inat geri dönüşümü buydu sanırım. Onu sevmediğimi bilmesinin… Üniversitenin ilk yılında kolumdan, bacağımdan çeke çeke, yaka paça okulumdan alınarak evlendirildiğimde, sırf çocuk yapmak için beni koynuna alması da bu yüzdendi sanırım.

Bazen, “Hiç gitmeseydim İstanbul’a okumasaydım o bir yıl,” diyorum. Eksik etek değil de bir insan olduğumun farkına varmasaydım. Yaşıtlarımla gezip tozmanın, eğlenmenin ne demek olduğunu bilmeyip, okulu bitirince mesleğimle ilgili hayaller kurmayıp, bir erkeği görünce kalbimin hızlanmasına da şahitlik etmeseydim. Sevmeseydim birini, âşık olmasaydım. Ama en çok da o özgürlüğü yaşamasaydım. İnsanın farkına varıp, kendini ait hissettiği o dünyadan uzakta yaşaması kadar zor bir şey yok.

Neyse… Şimdi gideceğim ya buradan biraz da olsa… Başımı sudan biraz çıkarmak, nefes almak iyi gelecek bana.

Hadi… Yeter, kalk artık şu masadan, bak kocan gitmiş de haberin bile olmamış. Bu sefer kahvaltıya bile gelmemiş, çalıştırdığı arabanın sesini bile duymamış, o çok beklediğin “Günaydın,” da ilişmemiş kulağına. Topla artık etrafı, giderayak birkaç tencere yemek yap, koy dolaba -kocan dırdır etmesin ardından- sonra hazırla valizini, akşam da çek git işte. Döndükten sonraki acını, ızdırabını da düşünme; hayatın kısacık molasından nasibini al. Hem okuldaki en sevdiğin hocan da dememiş miydi;

“Dünü düşünme, yarını bekleme, şimdi tam zamanı…”

Tasımı tarağımı toplayıp geldiğim, ömrümün o en güzel bir yılını geçirdiğim İstanbul, hiç yabancılamadan karşılamıştı beni. Ya da onu her gün hayalimde yaşatmaktan bana öyle gelmişti. Ne kadar da özlemişim… Gerçi kızlar yüzünden arada bir gelip gitsem de özlemim eksilmemiş, artmış. Ara sıra içtiğin o kahveye duyduğun özlem gibi… Hepten bıraksan içmeyi belki alışırsın, böyle arada kokusunu içine çekip, tadına bakmak daha bir zor geliyormuş.

Eve girdiğimde ne hasta yatan bir kızım vardı ne de gamdan kasavetten bir durum. Bıcır bıcır gülüşler, konuşmalar, hoş geldinler, seni çok iyi gördüğümler, neşe, mutluluk, şarkılar, şiirler… Sarılıp öpüşmeden yorgun düşen kollar… Kendimi kızlarımda yaşattığımı görmenin buruk sevinci… Daha dile gelmez ne düşünceler, duygular, hayaller…

Sessizlik ortaya bir çığlık gibi düşünce, soluğu banyoda aldım. Yıkandım, attım üzerimden o katran karası Yeter’i. Sırtımdaki kamburu, omuzlarımdaki yükün tonlarca ağırlığını akan suyun altında akıttım. Bu şehirde can bulan o eski Yeter’i giydim üzerime. Uzun siyah eteğimden, hâkim yaka, uzun kollu gömleğimden de kurtuldum, attım bir kenara. Kızlarımdan bana olan sweatleri, eşofmanları çektim ayağıma. Saçlarımı tepemde toplayıp at kuyruğu yaptım. Aynadaki görüntüme bakıp biraz yadırgasam da alıştım bir iki güne. Kızlarımın “Anne genç kız gibi olmuşsun,” demelerine için için sevinip mutlu oldum, şarkılar söyledim, dans ettim gizli gizli. Akşam hazırladığım yemekte ana-kız değil de birer arkadaşçasına oturup konuştuk, gülüştük, eğlendik. Anne olduğumu unutur oldum yanlarında, bile isteye.

Yatarken “İyi geceler,” dileyip, sabah “Günaydın,”lı bir sabahın huzuruyla başımı koydum yastığa. Öyle bir uyumuşum ki…

Sabah uyandığımda baktım, evde çıt yok. Kızlar gitmiş olmalı. Arabanın anahtarını da baş ucumdaki komodinin üzerine bırakmışlar, altında bir notla. “Biz akşam dörde kadar yokuz. Sana iyi gezmeler Yeter.” Bu notu bırakan kızlarım değil de on dokuz yaşındaki Yeter’in arkadaşlarıydı sanki. Tamam araba kullanıyordum da bizim tozlu, topraklı yollarda… Burada, bu trafikte cesaret, benim boyumu aşardı biraz. Aşmaz mıydı? Üstümü giyip, saçımı başımı taradığımda, değişen görüntümle o cesaret de damarlarıma yavaşça girmeye başlamıştı. Gençliğimin kırık dökük mirasının yıkıntılarından arayıp, bulup çıkarmayı başarmıştım onu. Yaşamak, sadece şu an değil miydi, bende onun için gelmemiş miydim buraya?

Önce bir mağazaya gidip, üstüme başıma sevdiğim kıyafetler alıp giydim o gün. Boğaz’da biraz gezintiden sonra bende anısı çok olan yerlerde turladım. En sonunda da arkadaşlarımla kaldığım öğrenci evinin civarına çektim arabayı ki ne göreyim? Evin balkonunda “Satılıktır” tabelası asılı. Anahtarla beraber, kapıcı dairesinden aldığım yaşlı bir hanımla eve girmem toplam yarım saati bulmadı. Hislerimi karşılayacak kelimelere muhtaç hâldeydim. Beynim uyuşmuş, gözüm kararmış, zihnim bulanmış bir vaziyette çöktüm yere. Adını sonradan öğreneceğim Hasibe Teyze’nin “Ne oldu kızanım, iyi misin?” demesi ve koluma girip beni salondaki bir sandığa oturtmasıyla kendime geldim. Nefes alamıyordum, hayata biraz mola verip, nefes almaya geldiğim bu şehirde. Sesim çıkmıyordu, dilim emrime uymuyor, kalbim bir maratoncunun kalbi gibi gümlüyordu. Ölüyor muydum ne?  Bu kadar büyük bir sevinci kaldıramayacak mıydı yoksa bünyem? İnsan mutluluktan ölebilir miydi? Sesler, görüntüler, o zamanın ruhu, havası; Sıla, Arda, Buket ve İlker’in bu evde dolaşan hayalleri miydi beni bu hâle getiren? İşte tam şu kapının önünde kahvaltı tepsisini düşürmüş, yere dökülen sucukları karnım zil çalarken yutkunarak toplamıştım yerden. Solumda duran kapısı açık balkonda sabahladığımız geceler… Neredesiniz şimdi? Ya şu mutfaktaki, yan oturmazsak sığamadığımız masa, o nerede? Dantelli tül bir perdesi vardı mutfağın, bembeyaz. Elimi kapağına sıkıştırdığım mutfak dolabının çekmecesi de değişmiş. Vizon rengine boyanmış, yok yok yenilenmiş hatta. Çabucak yürüyüp diğer odalara koşturuyorum. Sıla “Hadi kalkın millet kahvaltı hazır,” diyor yanımdan geçerken. Arda, çat diye kapısını kapatıyor, “Ben yokum siz yiyin,” diyor. Banyoya ulaştığımda İlker, yeni kalkmış elini, yüzünü yıkıyor. “Off su çok soğuk, dondum,” diyor. Ben neredeyim, hayallerimde bile hayal mi olmuştum? Yoktum… Bulamıyordum kendimi.

Arkamda bir ayak sürümesiyle uyanmıştım daldığım rüyadan. “Sen, Sıla’nın arkadaşı mıydın?” diyen Hasibe Teyze’nin, üzerinde çay olan bir tepsiyle yanıma geldiğinde inanamamıştım duyduklarıma. O zamanlar bu evin Sıla’nın ailesine ait olduğunu, evi kızlarına bırakıp başka eve taşındığını ve Sıla’yı da kendisine emanet ettiklerini öğrenmem, katmerlenmiş sızılarımın gözlerimden akan damlası olmuştu.

Hayat, zaman zaman acının gölgesinde bıraktığı kalplerimize, teselli niyetine küçük ama unutulmaz tesadüfler sunmaktan geri kalmıyordu.

“Sıla dedin, Arda dedin, odaları gezerken, duydum da onun için söyledim.”

Yaşlı kadın ta o zamandan beri, kocası ve çocuklarıyla bu binanın kapıcılığını yaparlarmış. Severmiş Sıla’nın annesini, kızını da. Hatta şimdi bile görüşüyorlarmış.

Nasıl yani? Olabilir miydi bu? Geçmişe ulaşmak bu kadar mı basitti? Gerçekten inanamıyordum. Bu rüyaysa lütfen uyanmayayım; bıraksınlar o rüyanın içinde yaşayayım.

Hayat bana elimden aldıklarını geri vererek, sanki benden özür dilemek istiyordu?

Ben de bırak o özrü kabul etmeyi, üstüne bir de teşekkür edecektim.

Teşşşekkürleeer…

Binlerce… Yüz binlerce… Milyon kere… Sonsuzca…

İşe önce Sıla’yı bulmakla başlayacaktım sonra tüm arkadaşlarımı. Sonrasında gerekirse yeniden elime kalemimi alıp okuyacaktım. Ne vardı ki? Olamaz mıydı? İnsan çok isterse ne olmazdı ki? E ben de istemiyor muydum? İstiyordum hem de her şeyden çok.

İnsan hayal ettiğinde ve ona yaklaştığında çok ama çok mutlu oluyordu.

Ah şu…

Koluma giren ağrıyla yere düşüp de kalmasaydım.

Gözlerimi açmayı başarabilseydim.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

POPÜLER YAZILAR