Bahçe kapısından içeri adımını attığında, Eleni’nin yüreğinde sahte de olsa bir kavuşma duygusu belirmişti; hasretin acısı, geçici bir süreliğine de olsa hafiflemiş, nefes alabileceği bir an yaratmıştı. Uzun siyah elbisesinin etekleri, bahçedeki taşlara belli belirsiz değerek usulca süzülüyordu. Eski ve küçük kilisenin taş duvarlarına sessizlik sinmişti.
Ardına kadar açık olan büyük kapıdan girince yalnızca vitray pencereden süzülen yumuşak sabah ışığı duvarlara renkli yansımalar düşürüyor, havada uçuşan toz zerrelerini yumuşak hareketlerle dans ettiriyor ama loşluğu ortadan kaldıramıyordu. Ahşap tavan yüksek ve koyu renkliydi; kirişlerdeki oymalar zamanla kararmış olsa da hâlâ ustasının izlerini taşıyordu. Duvarlarda hâlâ yer yer boyası dökülmüş silinmeye yüz tutmuş fresklerin izleri seçilebiliyordu. Özellikle birinde Meryem’in yüzü, zamanla yorulup solsa da şefkatli ve masum bakışını kaybetmemişti. Diğer duvarlarda yaldızları dökülmüş, çatlamış freskler, eski bir sadakatin kanıtı gibi duruyordu. Eleni ağır adımlarla yürürken, bu gözlerin kendisini takip ettiği hissine kapıldı. Sanki onun burada olmasına şaşırmışlardı belki de onu yargılıyorlardı. Kiliseye adımını attığı anda dış dünya kapının ardında kalmış, içerinin yoğun havasıyla birlikte bu mekânın ona yüklediği duygular da usulca ruhunu sarmıştı. Ayine gelenler içerinin ahenkli ve dingin havasını bozmaktan çekinir gibi ses çıkarmadan küçük adımlarla yürüyorlardı. Geçmişin tozlu soluğu dolaşıyordu ortalıkta. Mumların bulunduğu alana yaklaşırken, Eleni buhurdanlıktan süzülen mür kokusunu çekti içine hasretle. Bu koku onu çocukluğuna, kendi topraklarına, mutlu anılarına götürmüştü yine hızla. Annesinin elinden sımsıkı tutarak nefe doğru yürüdüğü, büyüleyici güzellikteki ikonları, tavanda bebek İsa ve Meryem Ana betimlemeleri ile kendi memleketinin görkemli kiliselerine götürmüştü bu koku. Gözlerini kapatıp o zamanları izledi zihninde yeniden. Köşelerde duran yüz yıllık kandiller anılarında kararmışken bile yine de zarafetini koruyordu.
Eleni kenarda duran sandığın üzerinde bir mum aldı, yanan ve yavaş yavaş eriyen başka bir mumun ateşi ile yaktı. O esnada yayılan ışık, içerideki durağan zamanı bir anlığına sanki hareketlendirdi. Alev titredi, ardından kararlı bir şekilde yükseldi. O an, ne bir dua ne de belirgin bir dilek vardı zihninde. Yalnızca içinden geçen bir yoklama, belki bir eksiklik vardı. Geçmişin ışık oyunları dolaşıyordu yüzünde. Ne dilemeliydi, ne dilerse tanrı onu duyabilirdi. Acı çeken ruhuna az da olsa bir ferahlık dilemek işe yarar mıydı?
O an… Ne bir dua vardı aklında, ne de açık seçik bir dilek. Sadece içinden geçen belirsiz bir yoklama… Eksik bir şey. Adını koyamasa da varlığından emin olduğu karanlık bir boşluk.
Yüzünde geçmişin ışık oyunları dolaşıyordu.
Ne dilemeliydi şimdi?
Tanrı onu duyar mıydı gerçekten?
Ya da… Yorgun ruhunda birikmiş acıların yerine biraz olsun ferahlık istemek, onun da hakkı değil miydi?
Bir süre daha izledi mumlardan yansıyan titrek ışığı. Ayini beklemekten vazgeçti.
Geçmişe yaptığı bu kısa süreli kavuşmalar artık onu yoruyordu. Olmamış anıları kurgulayan zihni, oynadığı oyunlarla içini acıtıyordu.
İçeride daha fazla kalmak istemedi. Sessizce arkasını döndü ve kapıya yöneldi.
Tam o anda, isminin seslendiğini duydu:
— Eleniça mu! Esi ise? Evet, evet sensin bu!!