Leyla, Scala Operası’nın kapısından içeriye bir kraliçe edasıyla girdi. Elinde bavulu vardı. Her zamanki gibi yalnızdı. Her konser öncesi erken gelir, tiyatroda vakit geçirirdi. Tiyatro onun mabetiydi. O gün başka bir gündü. Norma’yı oynayacaktı. Norma demek, Maria Callas demekti. Hele Scala Operası’nda Callas’tan sonra kimse Norma’yı oynamaya cesaret edememişti. Callas hayranlarının hışmına uğramaktan korkmuşlardı. Tam on yıl sonra, Leyla çıldırmış olmalıydı.
Primadonna odasına doğru yürürken karşısına çıkanlar saygıyla eğiliyorlar ve heyecanla endişelerini dile getiriyorlardı.
“Signora, aman dikkatli olun. İki otobüs dolusu insan sizi yuhalamaya gelecekmiş.”
“Signora, yanlarında domates ve yumurta da getireceklermiş.”
Leyla tüm söylenenlere tebessüm etmekle yetindi. Çok heyecanlıydı, kimseye belli etmiyordu ama çok korkuyordu.
Odasına girdi. Aynanın önünde durdu. Şapkasını çıkarırken aynadaki görüntüsünü inceledi. Beyaz tenini, güzelliğini, dik duruşunu, azmini, cesaretini, disiplinini, mükemmeliyetçiliğini Polonya asıllı annesinden almıştı. Kara kaşları, kara gözleri, simsiyah saçlarıyla Safranbolulu babasına çok benziyordu. Bektaşi hoşgörüsü ve alçak gönüllüğü yanında; aceleciliğini, patlamaya hazır volkan gibi olan kişiliğini de babasından almıştı. Müzik aşkı ve edebiyat tutkusunu dadısı Madam Lejeune’ye borçluydu.
Mantosunu çıkarırken gözü aynanın önündeki tehdit mektuplarına ilişti. Gazetelerden kesilmiş harflerle yazılmışlardı.
“Bilmiş ol, seni o sahnede mahvedeceğiz.”
“Callas’tan sonra bu ne cesaret, haddini bil.”
“Leyla Gencer‘in sonunu görmek isteyenler Norma‘yı izleyebilir.”
Hayır bu tehditler onu yıldıramazdı. Leyla uçurumun kenarında dolaşmaktan hoşlanırdı. Kendini tanıtmak ve ispat etmek için arkasında kimse olmadan, tek başına, üstelik bir Türk olarak bitmeyen sınavlar, bitmeyen provalarla bu mücadeleyi vermişti. Adını değiştirmek istemişler, İtalyan pasaportu vermeyi teklif etmişlerdi. Leyla istemedi. O, Türk’tü ve onun Türk pasaportu vardı. Buralara çok zor gelmişti.
Daha müziğe ilk adım attığında, “Ya Scala’da söylerim ya da ölürüm demişti.” Scala, operanın mabetiydi. Scala Operası’nda pek çok defa sahne almıştı. Norma’yı da pek çok kentte söylemişti. Hatta Roma Operası‘ndaki Norma temsilinde Maria Callas’ın sesi kısılınca, onun yerine başrol oynamıştı. Fakat o gün başkaydı. Skala Operasında Callas‘tan sonra Norma oynamak mitleri yıkmak gibiydi. Belli etmiyorlardı ama Scala yönetimi de tehditlerden endişeli diye düşündü Leyla. Ya sahnedeyken yuhalanırsa, ya sesi çıkmazsa, her şey biterdi. La Traviata’nın Violetta’sı da Callas‘ın en iyi rollerinden biriydi. Callascılar temsili yuhladıkları için başka bir sopranonun oynadığı temsil programdan kaldırılmıştı. Bunlara hatırlayınca Leyla’nın canı sıkıldı.
Bavulunu açtı. Anneannesinin işlediği, beyaz el işi örtüyü, makyaj masasının üzerine serdi. Eşi İbrahim Gencer ile evlilik fotoğrafını bavuldan çıkardı. Gary Grant’a benzeyen İbrahim’in yüzünde elimi dolaştırdı. Dudaklarına bir tebessüm yerleşti. Kadıköy vapurunda gördüğü ve âşık olduğu o an geldi gözlerinin önüne. İbrahim her zaman en büyük destekçisi olmuştu Leyla’nın ancak o gece yanında yoktu. Tek tek makyaj malzemelerini masanın üzerine çıkardı. Kendi makyaj malzemelerini kullanmayı severdi. Makyaj yapılırken her şey elinin altında olsun isterdi. Saçı, makyajı mükemmel olmalıydı. O gece çok önemliydi. Ya başarılı olacak, adını opera ve Scala tarihine yazdıracaktı ya da o gece onun sonu olacaktı.
O gece ıslıklara, yuhalamalara aldırmadan, kendi için söyleyecekti. Dersine iyi çalışmıştı Leyla. Sadece notaları ezberlemedi. Norman’nın hayatını ve yaşadığı dönemi inceledi. Bellini’nin Norma’yı bestelerken ki duygularını özümsedi. Hayır, hayır, o sadece Norma‘yı oynamayacaktı. O, Norma olacaktı. Norma, Galya‘nın baş rahibesi, tanrıçasıydı. Romalı komutan Pollione’ye çılgınlar gibi âşık olmuş ve ona çocuklar doğurmuştu. İnancı gereği evlenmesi yasaktı. Üstelik Galyalılar ve Romalılar savaşmaktaydı. Pollione, rahibe Adalgisa‘ya âşık olmuştu. Norma ülkesi için, sevdiği erkeği yeniden kazanmak için, çocukları ve gururu için savaşacaktı. Leyla da o akşam Norma‘yı; müzik aşkı için, tutkusu için, opera dünyasında bir Türk olarak “Ben de varım,” demek için oynayacaktı.
O akşam, Norma’nın galasını izlemek üzere Scala’ya gelenlerin aklında ve yüreğinde Maria Callas’ın on yıl önceki Norma’sı vardı. Leyla uçurumun kenarındaydı. Ya mit yıkılacaktı ya da Leyla Gencer yok olacaktı. Ya müzik kariyeri biterse. Leyla’nın hayatı müzikti. Sesini bir enstrüman gibi kullanmayı, şarkı söylemeyi seviyordu. Sahne ışıklarının altında olmayı seviyordu. Sahnede devleşiyor, tanrılarla konuşuyordu.
İşte müzik başladı. Perde açıldı. Tüm ışıklar Leyla’nın üzerinde. Leyla sahnede önce biraz çekingen, biraz savunmada gibiydi. Birinci perdede Norma’nın en ünlü aryası, “Casta Diva” Bakireler Tanrıçası’na duası vardı. Leyla’nın güveni biraz yerine gelmişti; bağırmadan, sessiz, içten ama şiirsel söylüyordu. Leyla’nın tüm sesi ellerindeydi. Perde kapandığında alkışlar çekingen ve cılızdı ama korkulan olmamıştı. Islıklayan, yuhalayan, yumurta atan yoktu.
İkinci perde başladı. Norma ile mabetin genç bakiresi Adalgisa arasında düet vardı. Aşkını ve acısını içine gömüp, sevdiği erkeği ve çocuklarını Adalgisa’ya emanet ettiği sahnede, iki sanatçının birlikte çok tiz notalara çıkmaları gerekiyordu. Düetin sonuna doğru Adalgisa’yı oynayan mezzo-sopranonun sesi çatladı. Salondan homurtular yükselmeye başladı. İşte o an Leyla’nın içindeki volkan patladı. Sesiyle, duygularıyla, bütün benliğiyle Norma oldu. Pollione’ye yüreğini açtığı; aşkını, nefretini anlattığı, babasına içini döktüğü sahnelerde, tanrılarla konuştuğu veda aryasında Leyla’nın tüm sesi sanki yüzündeydi. Aşk, nefret, hırs, intikam, acı, kararsızlık ve tüm duygular; Leyla’nın mimikleri, jestleri ile seyirciye geçiyordu. Sevdiği Pollione ile el ele ölüme giderken yüzü gözyaşları içindeydi. Pollione ve babası ağlıyordu, bütün koro ağlıyordu. Scala’yı dolduran izleyiciler ağlıyordu. Tiyatro ayağa kalkmış çılgın gibi alkışlıyordu. Leyla selama çıktığında yüzü hâlâ ıslaktı. Bunlar Norma’nın gözyaşları mıydı, yoksa Leyla’nın gözyaşları mıydı? İşte başarmıştı Leyla, tüm engellere rağmen, tek başına çabalayarak, çok çalışarak başarmıştı. Leyla o gün mesleğinin zirvesindeydi. Adı Scala ve opera dünyasına altın harflerle yazıldı. O artık, “La Diva Turca” diye anılacaktı.
Kaynak: Bu öykü hazırlanırken, Leyla Gencer’in hayatı ile bilgiler için Zeynep Oral’ın “Leyla Gencer Tutkunun Romanı” kitabından yararlanılmıştır.
Leyla Gencer 10 Ekim 1928 yılında Polenezköy’de doğdu. İstanbul İtalyan Lisesi ve İstanbul Konservatuarında okudu. Ankara Devlet Operasında görev yaptı. 1950-1958 arasında devlet konuklarına verilen resitallerde yer aldı. Bunlardan bazıları Mareşal Tito, Şah Rıza Pehlevi ve eşi Prenses Süreyya, Ürdün Kralı Hüseyin, ABD Başkanı Dwight Eisenhower’dır. İtalya ile Türkiye arasında imzalanan kültür anlaşması kapsamında bir resital için Roma’ya gitti. Resital İtalyan radyolarında naklen yayınlandı. Leyla Gencer, İtalya’dan Amerika’ya pek çok şehirde opera temsilleri, resitaller, konserler verdi. Pek çok rolü başarıyla üstlendi. Bunlardan bazıları: Norma, Anna Bolena, Madama Butterfly, Aida’dır. Repertuarında yetmiş üç eser mevcuttu. Pek çok unutulmuş opera eserinde rol alarak, gün yüzüne çıkarılmasına katkı sunmuştur. Operayı bıraktıktan sonra öğrenci yetiştirmiş, dünyanın dört bir yanında seminerler, konferanslar vermiştir.
10 Mayıs 2008 yılında Milano’da vefat etmiştir. 16 Mayıs’ta külleri, Dolmabahçe’de İstanbul Boğazı’nın sularıyla buluşturulmuştur.



