Cuma, Temmuz 18, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Yol Almak

“Yolculuk bizi kendimize geri getirir.”
Albert Camus

Yol almak, yolda olmak hep heyecanlandırmıştır beni. Yeni insanlar tanıyıp, farklı kültürleri görmek, anılar biriktirip, kalabalıklar arasından kaybolmak, özgürlüğe varmak istemişimdir yol aldığım yerlerde. Ama bu kez yolculuk sadece yeni yerler görmekle ilgili değildi; bu, bir kadının kendiyle buluşma yolculuğuydu. Yorucu bir yol seçmiştim kendime. İlk defa tek başıma bir yolculuk yapacaktım. Kendimden yola çıkıp, kendime varmak istedim. Biraz cesaret, biraz da korku. Cesur olmak yol almaksa, cesur oldum, yol aldım. Hiç bilmediğim bir başka şehirde tek başıma kaybolmak istedim belki de. Korku sarsa da bütün bedenimi, cesaret daha ağır basmıştı. Belki gerçeklerle yüzleşmenin korkusuydu bu. Tek başıma yol alabilecek miydim? Hep bekleyen mi olmak yoksa beklenen mi?

Trenin kalkmasına epey bir vakit vardı. Erkenden gara gelip, boş bir yer bulup bir kenarda oturdum. Yüksek tavanlar arasına sıkışmış serçelerin sesi yolcuların seslerine karışmıştı. Su satan ufaklık, “Buz gibi soğuk suuu!” diye bağırırken bir baştan diğer başa gidip geliyordu. Sabahtan kalma simiti “Sıcaaak simiiit” diye satan sahtekâr simitçinin sesi, annesinin kolunu çekiştiren çocuk, bavulunu başının altına alan siyah paltolu esrarengiz adam, vedalaşan sevgililer; hepsi kalabalıkta bir telaş içindelerdi. Gelen yolcu, giden yolcu yazan tabelanın ortasında; akreple yelkovan yedi ile dokuz arasındaydı. Sekiz kayıplarda, düşen zamana kimse aldırış etmemiş, kim bilir kaç zamandır kayıp.

Gece yarısı olmuştu, son tren geldi. İnen telaşlı yolcuların koşturması, yarı uyur yarı uyanık hâlleriyle garı boşaltmışlardı. Gündüzki telaş, yerini bir anda hüzne bırakmıştı. Etrafta dolaşan istasyon görevlisi de duvar dibine sığınmış evsizler de bu hüzne ortak olmuşlardı. Sabaha karşı kalkacak olan treni beklemek için havasız, nefes kokan salona geçtim. Oturduğum yerden dışarıyı görebileceğim, yüksek pencerelerin olduğu yerde oturdum. Saat bir hayli ilerlemişti, yapılan anons benim trenimin hareket anonsuydu. Tren gelmişti, yolcularla birlikte trene bindik. Lacivert üniformasıyla ortada dolaşan hareket memurunun, elindeki işaret levhasını, bir sağa bir sola sallamasıyla tren hareket etmeye başladı. Kimsenin kalmaması için uyaran siren sesiyle, birbirlerini tanıyan tanımayan insanların el sallamalarıyla vedalar birbirine karıştı ve zaman akmaya başladı uzun raylardan. Yolculuğum üçüncü vagon 23 numaralı koltukta başlamıştı. Trenin içerisinde, hiç tanımadığın insanlarla birlikte yan yanasınızdır. Göz ucuyla baştan aşağı süzüldüğünüzün farkına varırsınız, başınızı kaldırdığınızda o bakışı yakalamışsınızdır, hafif bir tebessümle selam verirken, karşınızdakinin mahcup bakışlarıyla bir süre sessizlik hâli olur. Sonrasında başlar sohbet; “Nerelisin, yolculuk nereye, tek başına mı yolculuk?” Bu soruyu sorarken aklından geçenleri tahmin edersiniz, “Kadın başına yollara düşülür mü?” diye açık açık sormaya cesaret edemez  ama bir süre zihninde cebelleştiğini fark edersiniz; kaşını gözünü oynatmasından, ağız büküşünden, bir homurtudan. Anadolu’ya giden trenlerde olası bir durumdur bu. Kadınların tek başına yolculuğuna dışardan gelen bu bakışlar, bazen bir sorguya, bazen bir meraka, bazen de bir yargıya dönüşebilir. Ama içimde biliyorum ki, bu yol sadece benim yolum.

Şehirden uzaklaşmıştık, gün ağarmak üzereydi. Ağaçların arasından geçerken uzaklardan görünen evlerin bacasından çıkan dumanla kara trenin dumanı yarış hâlindeymiş gibi gelir, hangisi göğe daha çabuk ulaşacak? Uzaklaştıkça geride sadece ince bir çizgi bırakırlar. Ağaçlar rengârenkti; sarının, yeşilin tonları. Kızıla dönmüş yapraklar aralarda görünür, ayrı bir güzellik katmıştır doğaya. Bir anda karanlığın içerisine girmiştik, bir korku kaplamıştı içimi. Karanlıktan hep korkmuşumdur. Ama karanlıktan aydınlığa çıkınca gökyüzündeki bulutlar yavaş yavaş dağılmış, gökyüzü masmavi bir renk almıştı. İçimdeki korku gitmiş, gökyüzünün rengi bana ferahlık getirmişti.

Epeyce yol alınmıştı, kaç istasyon geçmiştik, bilememiştim. Yorgun düşen gözkapaklarıma yenilmiştim, uzun bir uyuya kalmışım. Uyandığımda son istasyondaydık. Buradan sonra iki saatlik bir otobüs yolculuğum olacaktı. Eşyalarımı toparlayıp trenden indim. Aynı telaş, aynı kalabalık bu istasyonda da vardı. 

Sabah güneşi, odanın küçük ahşap penceresinden içeriye sızmıştı. Kaldığım otelin odası Mezopotamya ovasına bakıyordu. Pencereyi açıp Mezopotamya’nın ılık havasını soludum. Güneş, toprağında yaşayan her canlı için doğudan yükseliyordu bu şehirde. Heyecanlanmıştım. Güne güzel bir kahvaltıyla başlayıp, bana eşlik edecek fotoğraf makinemle yola çıkmak için sabırsızdım. Labirenti andıran sokaklarını arşınlayıp, kaybolacaktım bu masal şehrinde. Yoluma dar sokaklardan başladım, evlerin duvarları bir dantel gibi işlenmiş; ustalıkla, sabırla, sevgiliye kavuşma heyecanıyla. Her motif için hikâye yazılırdı. İnişli çıkışlı sokak aralarından ahenkli bir ses yayılıyor etrafa; bakır ustalarının çekiç sesleri. Şehrin sembolü olmuş mitolojik karakter Şahmeran resimlerini, ellerindeki bakır plakalara işliyorlar. Efsaneyi anlatıyor işlemeyi yapan usta, bir aşk hikâyesi. İçinde ihaneti de barındıran ama her şeye rağmen kadının bilgeliğiyle hatırlanan bir efsane. Anlıyorum ki bu topraklar, güçlü kadın hikâyeleriyle dolu.

İki sokak çıkıyor karşıma. “Çıkmaz sokaktır,” diyorum kendi kendime. Yaşlı bir adam yanımdan geçerken gülümsüyor. “Mardin’de çıkmaz sokak yoktur, her sokak seni ayrı bir yere götürür, her sokakta hayat vardır evladım,” diyor. Kadınların da çıkmaz sokakları yoktur belki, yeter ki içlerine doğru yürümeye cesaretleri olsun, diye geçiriyorum içimden. Selam verip yoluma devam ediyorum. 

Fotoğraf çekerken evlerin üzerindeki iki tokmak dikkatimi çekiyor. Kuş gagası şeklindeki tokmaklardan sağda olanı erkek misafir, solda olanı kadın misafir çalarmış. Bu ayrım bana geçmişten bugüne taşınan mahremiyetin sınırlarını anımsatıyor. Evler yüksek duvarların içinde saklı kalmış; mahremiyetini gizlemiş, belki de yaşayanların kalkanı olmuş. Düşünüyorum; kadının görünürlüğü çoğu zaman yüksek duvarların ardına saklanmış bir gölge gibi… Ama şimdi, ben duvarların dışında, ayakta ve yoldayım. 

Sokağın devamında kemerli tüneller, abbaralar, güneş ışığını kesmiş gölgelikler… Sokaklarda oynayan çocuklar… Metropolde yaşayan çocuklara göre çok şanslılar. Metropoldeki çocuklar bir fanus içindeler; arkadaşlarıyla oynayabilecekleri bir oyun alanları, sokakları ve güvenilir bir ortamları yok. Buradaki çocukların oyun oynayabilecekleri sokakları var, daha güven içindeler sanki. Hepsi de mutluylar. Saklambaç oynayanlar, patlamış topa aldırış etmeden futbol maçı oynayan erkek çocukları, elindeki bir bez bebekle yukarıdan aşağı koşturan kız çocuğu…

 O bez bebek beni çocukluğuma götürüyor. O kız çocuğunun bez bebekle kurduğu hayallerini, mutluluklarını, hüznünü, derin düşüncesini, yapacaklarını, büyürken ne kadar yol aldığını düşünüyorum. Hiç bilmediğim bir şehirde bir sokak arasında. Yaşadıklarımla yol alıyorum doğru ya da yanlış. Kendime güvenerek, emin adımlarla yürürken yanımda hissettiklerim, onların bana söyledikleri hep güç veriyor. Babamın bizi yetiştirirken dediklerini hatırlıyorum. “Kız çocukları kendi ayakları üzerinde sağlam durmalı. Yol alırken size eşlik eden yanlış insanlar olacaktır, önemli olan bu insanlarla hâlâ yolda olup olmadığınızdır.”

Seçimlerimizde doğru insanla yol aldıysak, yolumuza devam ederiz. Niyetine girdiğimiz her neyse, yapmak istediklerimizi yaparız. Yol bizi illaki amacımıza, istediğimiz yere götürür. Evet, hayatımda yanlış insanlar elbette ki olmuştu ama hiçbir zaman aynı yolculukta yola devam etmedim. Tek başına olmak, yalnız kalmak, iç dünyana kimseyi almamak… Bazen bazı şeylerden seni uzaklaştırsa da yol aldığında çok şeyler öğreniyorsun. Bu yolculuk amacına ulaşmıştı. Yazarın dediği gibi, yolculuk beni kendime getirmişti. 

Bir kahve molası verme zamanı geliyor. Kahve içebileceğim bir yer ararken Süryani papazla cami imamının sokağın başında derin sohbeti dikkatimi çekiyor. O anda kulaklara ezanla kilise çanının sesi karışıyor. Farklı din, farklı dil… Yıllarca birlikte yaşamışlar, kimse inançlarından dolayı ötekileştirilmemiş. İnsan oldukları için birbirlerini sevmişler, hoşgörüyle komşuluk yapmaya devam etmişler. Kültür mozaiği tam da bu şehirde yaşanıyordu.

Mezopotamya’ya karşı kahve içebileceğim bir kafede oturuyorum. Şu anda zaman dursun istiyorum. İstanbul’un gürültüsünü, o kalabalık telaşını bir an unutup, bu kadim kente karşı bir kahvenin kırk yıl hatırını da unutmadan kahvemi yudumluyorum. Hafiften ılık bir rüzgâr esiyor. Güneş, yeni umutlara, yarına doğmak için kızıllığını bütün ovaya yayıyor. Bütün ihtişamıyla selamlayarak, Mezopotamya Ovası’nı geceye teslim ediyor. 

Ben, bu yolculuğun sonunda artık biliyorum: Tek başıma çıktığım bu yolda, kendime varmanın huzuruyla yürüyorum.

Meral Dokur
Meral Dokur
Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler ve Medya İletişim bölümlerinden mezun. Yazma tutkusun aldığı eğitimler ve editörlük çalışmalarıyla sürdürüyor. Edebiyat dergilerinde ve kolektif kitaplarda öyküleri yayımlandı. Şu an hazırladığı ilk öykü kitabıyla okurların karşısına çıkmak için gün sayıyor.

POPÜLER YAZILAR