Çarşamba, Nisan 16, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Aşkın Şehri Tac Mahal

Haritada bir üzüm salkımını anımsatan Hindistan topraklarından ne imparatorluklar gelmiş geçmiş. Nice mihraceler, padişahlar toprak olmuş. Ama Tac Mahal taşa kesmiş bir şiir gibi, dinmiş bir fırtına gibi hem mazide hem atide, vakur ve mağrur öylece duruyor. “Hazır ol!” komutunda duran askerler gibi her an cenge hazır adeta. “Durmak hazır olmak mı, hazır olan durur mu, yürür mü?” diye düşünürken bu toprakların yetiştirdiği, Hindistan’ın Mehmet Akif’i diyebileceğimiz Muhammed İkbal’in sesi kulağımızda çınlıyor: “Sadece yolcular yürümez yollar da yürür.” Yani diyor ki yolda olan, dursa da yürür…

Tac Mahal bir kabir nihayetinde. Kabir ile kibir arasındaki benzerliği remz eder gibi, yokluğun, boşluğun, hiçliğin mermer içine hapsedilmiş hali gibi, ihtişam kılığına girmiş sadelik ile tevazu kılığına girmiş enaniye arasında asılı kalmış gibi duruyor öylece.

Şah Cihan’ın Mümtaz Mahal’e aşkı gibi değil de bizatihi aşkın beyaz bir mintan giymiş haline benzer  duruyor.

Anıt mezar şehrin hatta ülkenin genelindeki kızıl kumtaşı yapılarının aksine süt beyaz, içinde kılcal mavi damarlar olan mermerden inşa edilmiş. İki buçuk tonluk mermer bloklar üç yüz kilometre öteden, turkuaz, mercan, safir, akik, sedef, firuze gibi bir çok değerli taş İran, Türkiye gibi uzak diyarlardan fil sırtında taşınmış. Bu yarı değerli taşların yanı sıra 42 zümrüt, 142 yakut, 625 pırlanta ve 50 adet çok iri inciye nasip olmuş böyle muteber bir yapıda bulunmak.

Tac Mahal öyle kusursuz bir simetri ile inşa edilmiş ki hangi cihetten bakarsan bak, ne görsen karşısında eşi. Hatta yapımı sonrası kabir mescit olmadan olmaz diye yanına bir mescit yapılınca Şah Cihan simetriyi bozduğu için aynısından karşısına bir tane daha yaptırmış. Amma velakin bu kusursuz simetriyi bozan bir şey var ki aşığın kabri. Şah Cihan ölüp de eşi Mümtaz Mahal’in yanına defnedilince kusursuz simetri bozulmuş.

Tac Mahal… Aşk gibi varlığı ancak aşığın yokluğu ile tamam.

Ana girişi kızıl taştan yapılı kemerli bir kapı içinden geçerken, loş bir ortamdan aydınlığa çıktığımızdan mı yoksa Tac Mahal’in süt beyaz cezbesinden mi bilinmez, gözlerimiz kamaşıyor. Aralık kapıdan Tac Mahal’in fotoğrafını çekmek için tam o loşluğun ortasında duruyorum. Görünürde farklı bir kadraj yakalama çabası, gizilde hediyesini açarken biraz telaştan biraz o anı genişletme derdinden yavaşlayan çocuk gayreti.

Niye sabahın seherinde yola düştük? Anıt mezarın yansıması önündeki havuza düşsün diye. “Bre gafil,” diyor derinlerden bir ses, “dünya dediğin bir yansıma değil mi? Aksin aksi aslını verir mi? Suretler peşinde koştuğun yetmedi mi?” İç sesimin başını okşayıp, sırtını sıvazlayıp sakinleştiriyorum ki birkaç klasik yansıma fotoğrafı çekeyim ☺

En Klasik Tac Mahal

Kabre girilen devasa kapının tamamını görebilmek için başımızı neredeyse göğe paralel kaldırmamız gerekiyor. Ama sonra, taşın içine taş mıhlanarak yazılan Yasin-i Şerif suresinin kapıyı çepeçevre kuşattığını görüp, “Yasin! Ey İnsanlar!” diye seslenene kulak verince başımız öne eğiliyor. “Ey İnsan!” diyor, “Ey Müslüman, Ey Mümin, Ey İnanan yerine Ey İnsan! İnsansan sözüm sana,” der gibi…

Kapının Üç Tarafı Ayetler İle Çepeçevre

O azametli kubbe, üstündeki altın alem ve dört tane minare ile çevrelenmiş. Minareler belli bir açı ile gövdeden dışa doğru yapılmış ki olası bir depremde devrilip de gövdeyi ve kabri harap etmesinler. Ah bu akıl, bu izan, bu feraset nasıl da Sinan kokuyor. Kokuyor çünkü gül tutan ele gülün kokusu siniyor. Başmimar Mehmet İsa Efendi, kubbenin mimarı İstanbullu İsmail Efendi Mimar Sinan’ın öğrencileri. Ve o muhteşem hatlar İstanbullu Settar Efendi’nin eseri. Ya Settar!

Rivayete göre Mümtaz Mahal, Moğol Kralı Şah Cihan’ın yedi eşinden biri. Asıl adı Ercüment Banu Begüm. Bir insan evladına neden bu kadar çok isim koyar ki, bir ismin ağırlığını taşımak bile bu kadar zorken. Bu uzun isim Cihan Şah’ı ile evlenince Mümtaz Mahal olmuş. Sarayın (mahal) imtiyazlı, seçkin, üstün tutulmuş hanımı manasında. Şah Cihan bütün seferlere Mümtaz Mahal’i de yanında götürürmüş. Aklına fikrine itibar eder, danışırmış. Mümtaz Mahal neredeyse bütün ömrünü seferlerde ve hamile olarak geçirmiş. On dördüncü çocuklarını dünyaya getirirken öte âleme yürümüş. Üzüntüyle Şah Cihan’ın saçlarının bir günde bembeyaz olduğu söylenir. İki yıl yas tutmuş. Ziyafet, eğlence, şatafat gibi dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş. Yeni topraklar fethetmek gibi süfli arzularını bir kenara bırakmış. Kızgın bir ütü gibi üzerinden geçince ayrılık acısı, kalbinin sınırları genişlemiş, genişlemiş, bütün varlığı sızlayan bir kalpten ibaret olmuş. Şah Cihan, “Öyle bir kabir yapıla ki dünya durdukça herkes ona hayran ola,” diye buyurmuş.

Tac Mahal (Müm-Tac Mahal) bu kaybın tezahürü. Yapımı yirmi bir yıl sürmüş, yirmi bin işçi çalışmış. Sırf bu işçiler ve aileleri kalsın diye yakınına bir köy kurulmuş. Hazinenin hatırı sayılır bir kısmı bu kabre harcanmış. Şah Cihan bununla yetinmeyip aynı kabrin siyah mermerden olanını da kendisi için ve tam Tac Mahal’in karşısına yaptırmaya kalkınca şehzadeler vaveylayı koparmış. Tahta çıkmak isteyen şehzadelerden biri bu müsrifliği (!) bahane edip babasını, akıl sağlığı yerinde değil diye tahttan indirmiş. Akıl sağlığının değil aklının yerinde olmadığını bilememiş. Yeni padişah sözüm ona âlicenaplık gösterip babasını Agra kalesinde, ferahfeza, penceresinden Tac Mahal’in göründüğü bir odaya hapsetmiş. Agra kalesini adımladık, kokladık, seyrettik, geçmişten sesleri dinledik. Ama Şah Cihan’ın hapsedildiği odaya gelince her şey dindi. Rivayet o ki Şah Cihan yıllarca burada hapsedilmiş. İhtiyarlık galebe çalıp Şah Cihan’ı yatağından kaldırmaz olunca, devrik Şah’ın ruhu ancak bir ayna yardımıyla, yattığı yerden Tac Mahal’in aksini seyrederek sükûn bulmuş. Öyle bir sükûn ki çıldırtan bir acının akamete uğrayıp geride bıraktığı dolgun bir boşluk, buruk bir lezzet. Dile inen sükûnetin yanında kalbe inen sekinet. 

Şah Cihan’ın hapsedildiği oda (sağda) ve Tac Mahal’e bakış

Ulu kişilere, yapılara, eserlere şöyle birkaç adım geri çekilip uzaktan bakmak gerek. Yamacındaki çerçöpü görüp de yanlış bir kanıya varmamak için. Bu sebeple Mehtap Bagh’dan Tac Mahal’e bakmak üzere yola çıkıyoruz. Burası, Hindistan seyahati boyunca gördüğümüz en yeşil, en temiz, en ferah yer diyebilirim. Bağda başlarının üstünde ot taşıyan rengarenk giyimli kadınlar sanki fotoğraf çekmemiz için oradalar. Yanlarına yaklaşınca “Rupi, Rupi,” diye ellerini açıyorlar ve anlıyoruz ki tam da fotoğraf çekelim diye oradalar. Kırmayıp çekiyoruz. Uzaktan ve güneş ışığı beyaz minareleri parlak sarıya boyadığında, Tac Mahal ve iki yanındaki mescitler o kadar muazzam görünüyor ki bakmaya doyulmuyor. Kim bilir, dolunaylı ve mora çalan lacivert bir gecede nasıl görünür? Beyaz ve hafiften şeffaf mermer, üstüne vuran ışığın rengini alıyor. Sanki her bakan kendini görecekmiş gibi. Evvel zaman içinde buruşturup attığım bir şiirin  mısrası vuruyor dilimin kıyısına:

Hüznümü cilaladım baktıkça kendini gör diye…

Taştan bir surun üstüne konuşlanıp defalarca basıyoruz deklanşöre, aynı karenin her anını yakalama derdiyle. Nehrin kenarındaki sazlıklara bir leylek sürüsü konmuş. O kadar çoklar ki… Hayalimizde, leyleklerin sazlıktan havalandığı ve arkada Tac Mahal’in olduğu bir kare. Ama gel gör ki güya göçmen meşrepli leylekler sanki yerleşik hayata geçmiş, milim havalanmıyorlar. Hintli çocukları gönderiyoruz yanlarına kuşları azıcık korkutup havalandırsınlar diye ve fakat çocuklar sazlığın bir yerinden sonra ilerleyemeyip mahcup geri dönüyorlar. Böyle böyle saatler geçiyor Mehtap Bagh’da. Leylekler sazlıkta biz surların, kayaların tepesinde öylece bekliyoruz. Sonra azmin, sabrın, gayretin  lütufkâr ve müşfik ağacı meyvesini veriyor. Kuşlar havalanmıyor ama bir koyun sürüsü arkalarında çobanları ile salına salına nehrin kenarından geçmeye başlayınca bizim ekip galeyana geliyor. Çölde vaha, gurbette hemşeri bulmuş gibi sevinç ve heyecan nidaları ile hepimiz birbirimize dirsek atarak, çalım atarak en iyi açıdan fotoğraflamaya çalışıyoruz manzarayı. Sürü ile Tac Mahal,  Yamuna Nehri ile Mehtab Bagh, çobanlar ile leylekler  aynı karede… İşte, fotoğraf çekmek bu yüzden eşsiz bir deneyim. Kartpostallık Tac Mahal fotoğraflarından farklı neler yapabiliriz diye çabalamak, bir leylek sürüsünün havalanmasını çarnaçar bir şekilde saatlerce bekledikten sonra bir koyun sürüsü ile sevinmek, o an orada olmak değil de o an oranın sende olması… Çeken olarak varken ve oradayken, karede yer almayarak yok olmaya razı olmak. Varım ama yokum, yokum ama varım demek.

Sürü,çoban, Tac Mahal, Yamuna nehri, sazlık, kayık

Gün akşama kavuşurken Şah Cihan ve Mümtaz Mahal’in ruhlarına bir fatiha okuyup ayrılıyoruz huzurdan, bağdan ve Tac Mahal’den.

Dönüş yolunda korna seslerinin bile engel olamadığı düşünceler arşınlıyor aklımı bir baştan bir başa. Anlatılanlar gerçek mi? Şah Cihan, Mümtaz Mahal, aşk, bağlılık, vefa, ihtişam, emek, bedel, ayrılık, hasret, iktidar, güç. Gerçek ya da değil, önemli mi? Değil. O beyaz mermer, içine mıhlanmış değerli taşlar, havuzdaki yansıma, kabre girerken kapıdaki “Ey İnsanlar!” seslenişi o kadar derin ve geniş bir gerçek ki, ne olmuş içine birkaç yalan damladıysa? Adına rivayet deyip öpüp başımıza koyuyoruz. 

Rivayet; tek bir insanın değil kuşaktan kuşağa çaprazlana çaprazlana gelen bir muhayyilenin mahsulü olması sebebiyle ‘gerçek’ten daha fazla itibar edilesi gelir bana hep. Olanın içine bir parça olması gereken, bir tutam olması arzu edilen eklenip, olmasa daha iyi olacakların  çıkarılması ile elde edilmiş bir terkip, bir simya.

Gerçek, şimdinin, şu anın resmi ise rivayet, geçmiş ile gelecek arasına gerili geniş bir zamanın fısıltısıdır. Bağırarak söylenen gerçekler yerine fısıldanan rivayetleri tercih edenler var ya belki de onların yüzü suyu hürmetine duruyor bu arş başımızın üstünde ve toprak ayağımızın altında. Çünkü rivayet bu dünyanın o bivefa, hor gören, merhamet ve şefkat yoksunu gerçekliğine, ötelerin naif, nazenin, hüzzam sedasını taşıyan, kalp makamından bir cevabıdır insanın.

Gerçeğin yenisi, rivayetin eskisi makbuldür.

Rivayet, gerçeklerin açtığı taze yaraların yüzyıllık merhemidir.

Gerçekler söylenir, rivayetler anlatılır.

Söyleyenin karşısında bir duyan, anlatanın karşısında ise anlayan gerek. Anlatan önce kendi anlayandır.

Neler anlatıyorum ben yine? Anlattıklarım gerçek mi? Hayır değil. Anlattıklarım benim anla(ma)dıklarım. Anladıkların gerçek mi? Hayır değil. Anladıkların, anlattıklarımdan senin anla(ma)dıkların. Kolay mı bunca yolu aşıp gelip anlatandan anlayana ulaşması anlatılanın? Bundan sebep söyleyene değil anlatana hürmetimiz sonsuz, muhabbetimiz bakidir. Bundan sebep rivayetlere, masallara, hikâyelere meylimiz daimidir.

Aşk da bir rivayettir, kulaktan kulağa değil kalpten kalbe anlatılan. Ve aşkın bir şehri varsa ne Paris, Venedik ne de Roma, Prag’dır. Aşkın şehri Agra’dır. Agra’nın kelime anlamının cennet olması da hayli manidardır.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Dilek Altay
Dilek Altay
İlk şiirini ilkokul öğretmenine yazdığından beri ara vermeden yazmaya devam ediyor. Kimya Mühendisliği okudu. İstanbul’u, kimyayı ve yazmayı aşkla seviyor. Birinci vazifemizin bu olağanüstü kâinata şahitlik etmek olduğuna inanıyor. Yazılarını da bu şahitliğe şahitlik etsinler diye yazıyor.

POPÜLER YAZILAR