Pazar, Haziran 1, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Adile Naşit: Hüzünlü Bir Kahkaha

Hafize Ana, Adile Teyze ve birçok unutulmaz rolle aklımızdan çok kalbimize kazınan Adile Naşit ismini duyduğunuzda, sizde de fonda Melih Kibar’ın 1975 yılında bestelediği, Hababam Sınıfı filminin o unutulmaz melodisi çalmıyor mu?

Adile Naşit, Türk sinemasının ve televizyonunun yalnızca yıldızı değil, aynı zamanda halkın gönlünde taht kurmuş bir sevgi sembolüdür. Bu yazı dizisinde, kendisinin çok bilinmeyen hayatını, anılarını ve efsaneleşen sinema kariyerini okuyacağız. Adile Naşit’in yaşamına, sanatına ve ardında bıraktığı sevgi dolu etkiye saygı duruşunda bulunacağız.

Onun hayat hikâyesi; yetenek, samimiyet ve sonsuz şefkatin birleşiminden oluşan nadir bir yolculuktu. O, yalnızca bir karakterin değil, bir duygunun da temsilcisiydi. Onun gülüşü, kimi zaman bir çocuğun içini ısıtan anne şefkati, kimi zaman zorlu hayatın içinde kaybolmuş bir gence uzanan dost eli oldu. Türk sinemasının ve tiyatrosunun bu unutulmaz ismi, hem ekranlarda hem de gerçek hayatta bir “anne”, bir “teyze”, bir “dost” olmayı başarmış kişilerden biriydi.

Adile Naşit’in hayatına baktığımızda, başarılarının ve ününün ardında derin acılar, büyük bir mücadele ve tükenmeyen sevgi yatar. O, herkesin “Adile Teyze”si olmayı başarmıştır.

Gelin, Adile Naşit’in satırlardan taşan hayatına birlikte göz atalım. 

Bölüm 1- Tiyatrodaki Minik Hayalciler

1930’lu yıllarda İstanbul Şehzadebaşı’nda bulunan Direklerarası, eski Suriçi; İstanbul’un en önemli eğlence merkezlerinden biriydi. Adile Naşit’in babası Naşit Bey, 1889’da Şehzadebaşı’nda dünyaya geldi. Naşit henüz dört yaşındayken annesini kaybetti. Babası, Sultan Abdülhamid’in saray eczacıbaşısı Miralay Hacı Ahmet Bey’di. Beyazıt Rüştiyesi’ndeki eğitiminden sonra ailesinin tıp eğitimi alması yönündeki baskılarına karşı gelerek, 1904 yılında Müzika-i Hümayun’a başladı. Yüreğinde tiyatro sevgisi taşıyordu. Naşit çabucak göze girerek, yeteneklerini geliştirdi. Yıldız Saray Tiyatrosu’nda rol alarak, Sultan Abdülhamid’i bile kalın sesiyle güldürmeyi başardı. O tarihlerde, “Naşit’e gidelim” sözü “Tiyatroya gidelim”le eş anlamlı hâle gelir.

Adile Naşit’in annesi Amelya Hanım, dönemin ünlü Rum kantocusu Küçük Virjin ile kemancı Yorgo’nun kızıydı. Ameliya da büyüdüğünde kantoya meyletti. Yeteneği ve güzelliğiyle “Komik-i Şehir” Naşit’in dikkatini çekti. Gelin görün ki Naşit Bey evliydi. Ameliya’nın ailesi, Naşit’in hem medeni durumu hem de kızlarından yaşça büyük olması sebebiyle başta bu aşka karşı çıkarlar. Ancak aşk ateşi yanmıştı bir defa. 

Naşit, hızla ilk eşi Leman Hanım’dan boşanır. 1926’da Ameliya’yla evlenirler. Ameliya, evlendikten sonra “Emel” adını kullanmaya başlar. Yeni evliler, Direklerarası’ndaki Turan Tiyatrosu’nun üst katında bulunan dairede yaşamaya başlarlar. İlk çocukları Selim 1928’de dünyaya gelir. 1930’da ise Adile aileye katılır. Kayıtlarda Adela ismi de geçer. Adile Naşit ve kendisinden iki yaş büyük abisi Selim, tiyatro ve gösteri dünyasının içinde geçirirler çocukluklarını. Babaları Naşit Bey’in sahneye çıktığı Millet Tiyatrosu’nun kulisleri, salonu ve fuayesi iki kardeşin oyun alanlarıdır; kâh Naşit Bey’in yüzlerce kostümle dolu gardırop odasında kâh soyunma odalarında ya da tavan arasında koşturup dururlar.

Naşit Bey, çocuklarına, ailesine çok düşkün biriydi. İlk eşinden çocuk sahibi olamamış, babalığı ancak kırklı yaşlarda tatmıştı. Her akşam oyundan sonra eve çocuklarına büyük bir hasret duyarak dönerdi. Lalalarla ve dadılarla geçen bu yıllar, Selim ve Adile için masal gibiydi. İki sandalyeyi birbirine bağlayıp hayali uçak yaparlar, Kadıköy semalarında uçtuklarını hayal ederlerdi. Moda’da çay içer, rüzgâr saçlarının arasından akarken İstanbul’u kuş bakışı seyrederlerdi.

Çocuklar okul çağına geldiklerinde, her gece oyun seyretmelerini uygun görmeyen Naşit Bey ve Emel Hanım, Vezneciler’deki Derviş Bey’in evine taşındılar. Adile Naşit, 1937 yılında Hayriye Lisesi’nde ilkokula başladı. Ancak Malta humması ve pek çok başka hastalıkla boğuştuğundan, sık sık devamsızlığı oluyordu. Sonunda devamsızlıktan kaydı silindi.

Takvimler 1939’u gösterdiğinde Naşit Bey’in sağlığı bozuldu. Tansiyon, damar sertliği ve üstüne üstlük kalp yetmezliği şikâyetleri ortaya çıktı. Bir prova esnasında kalp krizi geçirdi. 1940 yılına girerken ailenin yaşadığı ekonomik güçlükler, kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Naşit Bey, eskisine göre daha sessiz, sert mizaçlı biri haline gelmiş, sinirleri bozulmuştu. Evvelinde babalarını hep şen şakrak gören çocuklar, bu yeni hâlden elem duydular. Babalarını o yaşlarına değin sadece bir defa ağlarken görmüşlerdi. O da Atatürk’ün öldüğü gündü. Ailenin yaşadığı dar boğaz nedeniyle Naşit Bey tiyatro kostümlerini, evdeki eşyalarını satmak zorunda kaldı. Evlerinin bir odasına kiracı aldılar. Dadılar, lalalar ortadan yok oldu. 1943’te, Adile henüz on üç, Selim on beş yaşındayken Naşit Bey hayata gözlerini yumdu.

Şehrin en komiği anlamına gelen “Komik-i Şehir” unvanına sahip Naşit Bey’in hayatı romanlara konu oldu. Bunlardan biri Tarık Buğra’nın yazdığı, 1970 yılında ilk baskısı yayımlanan “İbiş’in Rüyası”dır.

Evin reisinin ölümünden sonra zor yıllar başladı. Selim, ailesini geçindirebilmek için Ticaret Lisesi’ndeki öğrenimini yarıda bıraktı. On beş yaşındayken, Dolapdere’de bir kaporta boya atölyesinde çalışmaya başladı. Anneleri Emel Hanım, lokantalara meze ve yemek hazırlayarak aileye destek olmaya çalışıyordu. Adile ise Kasımpaşa’da bir bayrak atölyesinde işe girdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Aile elbirliğiyle hayatta kalma çabasındaydı. Ancak Adile’nin aklı tiyatroda takılı kalmıştı. Daha bebekken yuttuğu sahne tozu, abisi Selim ile evlerinin bahçesine çarşafları birleştirip kurdukları sahneler, babalarının onlar için hazırladığı kostümler bir türlü aklından çıkmıyordu.

Allem etti kallem etti, annesini bir senenin sonunda ikna etti. Abisi Selim’in de yoğun ısrarları sonunda anneleri Emel Hanım, iki çocuğunu alıp Şehir Tiyatroları’na gitti. Necdet Mahfi Ayral ve Muhsin Ertuğrul, babalarının hatırası nedeniyle çocuklara olumlu yaklaştı ancak bir başkası küçük Adile’nin moralini bozacaktı: Dönemin önde gelen yıldızlarından Şevkiye May kuliste Adile’ye, 

“Ben senin ablan sayılırım Adileciğim. Sana bir nasihat. Bu çarpık bacakların ve bücür boyunla tiyatroda asla başarılı olamazsın. Yol yakınken dön,” dedi. 

Henüz on dört yaşındaki Adile’nin hiç unutmadığı ilk kalp kırıklığı o gün vuku buldu. Ne var ki, bu sözleri sarf eden May, kısa zaman sonra Adile Naşit’in “Fuar Yıldızı” oyunundaki muhteşem “Düttürü Leyla” tiplemesini görecek ve gelip ondan özür dileyecekti.

Adile, İstanbul Şehir Tiyatrosu Çocuk Bölümü’ne girdi. Ömrünün sonuna kadar dilinde tılsım gibi tek bir dua oldu. 

“Allah’ım ne olur babamın adına gölge düşürmeyeyim.”

Bölüm 2: Sahnede Aşk Var

1940’larda Adile Naşit’in doğuştan gelen oyunculuk yeteneğinin yanı sıra, çocukluğundan itibaren edindiği tiyatro bilgisi ve görgüsü onu aranan bir oyuncu konumuna getirdi. Babası gibi her role girebilen, sınırsız enerjiye sahip bu güler yüzlü genç tiyatrocu, kısa sürede kendini kanıtladı. 

Sahne tozunu küçük yaşta yutmak, onun için hem kaçış hem de hayata tutunma biçimiydi. Tiyatronun büyülü dünyası, Adile’nin hem acılarını dindirdi hem de mutluluğu yeniden keşfettiği bir sığınak oldu. Kendine has sıcaklığı, doğallığı, sahiciliği; sahnedeki başarısı, ezber kabiliyeti ile kısa sürede çevresindekilerin dikkatini çekmeyi başardı. Tiyatronun dev ismi Muammer Karaca, hem Adile’ye hem Selim’e tiyatro topluluğuna katılmalarını teklif etti. 1944 yılında profesyonel tiyatro hayatı başlamış oldu.

“Babanız bizim tiyatro camiasının en büyüğüydü,” dedi Muammer Bey ve devam etti, “Naşit’in ismini taşımanız gerek.” O günden sonra Selim Naşit ve Adile Naşit olarak anılmaya başlandılar.

Muammer Karaca gibi usta bir isimle çalışmak, ona tiyatronun inceliklerini öğretti. Birçok oyunda sahne alan genç Adile, 1940’lı yılların sonuna doğru İstanbul’un en önemli özel tiyatrolarından biri olan Küçük Sahne’de çalışmaya başladı. Burada, Gülriz Sururi, Sadri Alışık gibi dönemin önde gelen sanatçılarıyla aynı sahneyi paylaştı. Oyunlar ilerledikçe, Adile Naşit’in ünü tiyatro çevrelerinin dışına taştı. Özellikle komedi türündeki başarısı, onu vazgeçilmez kıldı. Adile sahnede ne yaparsa yapsın, seyirci kahkahalara boğuluyor ve bir şekilde onun sıcak enerjisine kapılıyordu. Tiyatronun ona kazandırdığı sahne disiplini, doğaçlama yeteneği ve seyirciyle kurduğu bağ, ilerleyen yıllarda sinema kariyerinde de en büyük silahı olacaktı.

1947 yılında, “Yara” filmiyle sinema kariyerine adım atsa da o yıllarda film sektöründe çok etkili olamadı. 1950’li yıllar boyunca kesintili de olsa sinema filmlerinde rol almaya devam etti. 

Adile Naşit’in sahne hayatı kahkahalarla geçmesine rağmen perde arkasında, özel hayatında büyük acılar yaşayacaktı. 1950’li yılların sonlarında Muammer Karaca Tiyatrosu’nda, kulislerdeki telaşlı adımların, sahne arkasındaki fısıltıların arasında, hayat ona yepyeni bir rol sundu. Aşkla tanıştı.

Sanatçı Ziya Keskiner, tiyatro dünyasında tanınan, ağırbaşlı, çalışkan biriydi. İlk karşılaştıklarında Ziya’nın, Adile’nin içinde saklı duran fırtınaları sezdiği söylenirdi. İki genç oyuncu, provaların arasındaki kısa molalarda konuşmaya, birlikte kahkahalar atmaya başladılar. Ziya’nın sakinliği, Adile’nin kırılganlığına iyi geliyordu. Adile ise Ziya’nın yüzüne baktığında güvenli bir liman bulduğunu hissediyordu. Birlikte hayal kurmaya başladılar; küçük bir ev, belki bir çocuk sesi… Çok geçmeden, tiyatronun kalabalık dünyasının içinde kendi hanelerini kurmaya karar verdiler. Sade bir törenle, ailelerinin ve birkaç dostun huzurunda, birbirlerine ömür boyu eşlik edeceklerine söz verdiler. Evlilikleri, gösterişli sahne ışıklarının uzağında, mütevazı bir sevgi üzerine kuruldu. Adile, Ziya’nın yanında kendini güvende hissediyordu. Sahnenin dışındaki hayatı ilk kez bu kadar çok sevdi. Evlendiklerinde Keskiner kırk, Adile ise sadece yirmi yaşındaydı. 

1959’da çiftin mutlulukları perçinlendi ve Ahmet adını verdikleri oğulları dünyaya geldi. Adile için Ahmet, hayatının en büyük mucizesiydi. Kucağında küçücük, narin bir beden tuttuğunda, içinde tarifsiz bir sevinç yaşıyordu. Küçük Ahmet’in minik ellerini avuçlarının içine aldığında, tüm kayıplarının, tüm eksiklerinin bir anda silindiğini hissediyordu. 

Ahmet’in doğduğu gün Adile, çevresine dönüp şöyle demişti:

“Dünya daha güzel bir yer oldu.”

Ancak bu mutluluk çok uzun sürmeyecekti. Oğlunu büyütürken sahneye çıkmaya devam etti. Gündüzleri provadan provaya koşuyor, geceleri Ahmet’in beşiğinin başında masallar anlatıyordu. Onun ilk adımlarını, ilk kelimelerini, ilk kahkahasını seyretmek, hayatın tüm yorgunluklarını unutturuyordu.

Ahmet yürümeye başladığında, Adile ve Ziya fark ettikleri küçük belirtileri önce büyütmek istemediler. Diğer çocuklar gibi koşup oynamıyor, çabuk yoruluyor, bazen nefesi daralıyordu. Başlangıçta basit bir çocukluk hassasiyeti gibi görseler de annelik içgüdüsü, Adile’nin yüreğine korku salıyordu.

Ahmet büyümüş, okullu olmuştu. Mutlu ailelerinin üzerine ilk gölge Ahmet ikinci sınıftayken düştü. Bir gün Ahmet oyun oynarken aniden yere düştü, nefes almakta zorlandı. Paniğe kapılan Adile, onu kucağına alıp hastaneye koştu. Hastanede belki de hayatının en kara haberini aldı. Ahmet’in kalbi doğuştan delikti. Adile o gün eve dönerken, gözyaşlarını tutamadı. Ziya, elini sımsıkı tutmuştu ama kocasının gözlerinden de aynı çaresizlik okunuyordu.

1960’lı yıllar Adile Naşit için sahnenin en parlak dönemlerinden biriydi. Artık küçük rolleri ardında bırakmış, sahnenin tam ortasına adım atmıştı. Adı tiyatro afişlerinde, ışıklı tabelalarda parlıyordu. Sahneye çıktığında, salonu bir dalga gibi kaplayan o sıcaklık, Adile’nin seyirciyle arasında kurduğu görünmez bağın işaretiydi. 

1961’de Ankara’da Selim ile birlikte Naşit Tiyatrosunu kurdular. Orası sadece bir sahne değil, geçmişlerinin, aile anılarının ve babalarının isminin devamıydı. Her oyun sahnelendiğinde, Naşit soyadının ağırlığı ve Adile’nin kendi emeği seyircinin gözünde birleşiyordu. Sahnede her karaktere kendi sıcaklığını katıyordu. Bir köy kadınını da oynasa, bir şehzade anasını da oynasa, o rollere hep Adile’nin sahiciliği yansıyordu. Seyirci onunla gülüyor, onunla ağlıyordu. İlk haftalar ilgi yüksek olsa bile tiyatroyu İstanbul yerine Ankara’da kurmaları sebebiyle ve ülkedeki gergin siyasi ortamın da etkisiyle Naşit Tiyatrosu’nu ayakta tutamadılar. Üç ay sonra iflas ettiler ve ekipçe yeniden İstanbul’a döndüler. 1962 yılında Selim Naşit, İstanbul Tiyatrosu kadrosuna dahil olurken; Adile Naşit ise Gazanfer Özcan topluluğuna katıldı.

Sahneden eve döndüğünde annelik mesaisi devam ediyordu. Ahmet’in hastalığı, ailenin hayatını baştan sona değiştirmişti. Tüm tatiller, seyahatler, arkadaş buluşmaları ikinci plana atılmış; Adile’nin hayatı, sahne ile hastane odaları arasında bölünmüştü. O, sahnede kahkahalar atarken, iç dünyasında sürekli korkuyla yaşıyordu. Her sabah Ahmet’in nefesini kontrol etmek, doktor randevularına yetişmek, umut ve kaygı arasında cambaz edasıyla ip üzerinde yürümek gibiydi. Adile, her gece sahneden eve döner dönmez, makyajını silmeden Ahmet’in odasına girer, saçlarını okşar, usulca kulağına masallar fısıldardı. Sanki hikâyelerle oğlunun kalbini güçlendirebilirmiş gibi…

Doktorlar her ne kadar, “Durum ciddi, kendinizi her şeye hazırlayın,” deseler de yıllar boyunca umutlarını taze tuttular. Yeni tedaviler, yeni ilaçlar, başka başka doktorlar… Her küçük iyileşmede sevinç gözyaşları döktüler. Her kötü haberde daha sıkı sarıldılar birbirlerine.

Adile, Ahmet için hep güçlü durdu. Hiçbir zaman gözü yaşlı bir anne olmadı. Ahmet, ne zaman korksa, Adile gülümseyerek,

“Korkma oğlum, biz birlikte güçlüyüz,” derdi. Fakat bazı savaşlar ne kadar güçlü olunursa olunsun kaybedilir.

Ahmet uzun yıllar okula gidemedi. Dışarıdan bitirme sınavlarına giriyordu. Ortaokul bitirme sınavları sürecinde ciddi şekilde rahatsızlandı. Doktorlar ameliyat olması gerektiğini söylüyordu. Ancak bu ameliyat, o zamanlar Amerika’da yapılıyordu ve ne Adile’nin ne de Ziya’nın masrafları karşılayacak gücü vardı. Gazetelerde “Büyük Naşit’in küçük torunu hasta,” başlıkları atıldı. Çocuklarının durumu duyulmaya başlayınca, İstanbul Tiyatroları bir gecelik hasılatlarını Ahmet’in tedavisine bağışladılar. Adile’nin dostları bir araya geldiler. Herkes onlara yardım etmek için seferber oldu. Gazanfer Özcan bir tiyatro düzenledi. Bazı gazeteler kampanya başlattılar. Fakat Ahmet’le ilgilenen doktorlar, “Ameliyatı biz de yapabiliriz,” diyerek bir anlamda yurt dışına gidişine engel oldular. Ahmet, geçirdiği ameliyat sonrasında beklenmedik bir şekilde komaya girdi ve 16 Haziran 1966 yılında hayatını kaybetti. Henüz on altı yaşındaydı.

Adile Naşit oğlunun ölüm haberini Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü’yle beraber çıktıkları İzmir turnesinde, tam da doğum gününden bir gün önce aldı. O akşam her şeye rağmen sahneye çıktı, oyununu oynadı. Uçağa binme korkusu vardı aslında. Ölüm haberini alır almaz uçakla Ahmet’e gitti. Bir indi ki uçaktan, üstünü başını parçalamıştı. Ayakta duramıyordu.

Aynı sene annesi Amelia da hayata gözlerini yumdu. Zaten duygusal bir yapıya sahip olan sanatçı, oğlunun ve annesinin vefatından oldukça derinden etkilendi. Bu yüzden en şen kahkahalarında bile bir hüzün barındırır oldu. Yaşadığı kayıplardan sonra bir daha hiç uçağa binmedi ve doğum gününü kutlamadı. 1966 senesi yaşamına damgasını vurdu; sofraya oturduğunda yiyemiyor, mütemadiyen ağlıyordu. Kendini tiyatroya, sinemaya ve çocuklara adadı. Oğlu Ahmet’in kaybının acısını, kişiliğinde ve yaşamında bambaşka bir insanlık sevgisine dönüştürerek ve bu sevgiyi tüm çocuklara vererek karşıladı. Belki de bu yüzden Adile Naşit’in kahkahası, hep biraz gözyaşı koktu.

Bazıları onun kahkahalarının bu yüzden bu kadar içten ve güçlü olduğunu söyler; çünkü Adile, acılarını bile sevgiye dönüştürmeyi başarmıştı.

Bölüm 3: Beyaz Perdede Bir Minik Dev

Adile Naşit 1960’ların sonuna kadar toplam sekiz filmde oynadı. 1970’lerin başında Türk Sineması, altın yıllarını yaşıyordu. Komedi filmleri, sıcak aile hikâyeleri, mahalle yaşamlarını anlatan yapımlar salonları dolduruyordu. Adile Naşit’in yolu, 1971 yılında “Beyoğlu Güzeli” filmini çeken yönetmen Ertem Eğilmez ve Arzu Film ile kesişecek, bu tarih onun sinema serüveninde milat olacaktı. Sonrasında Sev Kardeşim, Canım Kardeşim, Oh Olsun, Mavi Boncuk ve Salak Milyoner filmlerinde rol aldı.

1970’lerin karışık, siyasal şiddetin ön planda olduğu, güvensizlik dolu yıllarında, Adile Naşit’in oynadığı roller seyirciyle sıcak bağlar kurdu. Onun içtenliği, sahici kişiliği halka tam anlamıyla ilaç gibi geldi.

İlk zamanlar küçük rollerde görünse de Adile’nin kamera karşısındaki doğallığı hemen fark edildi. Öyle bir oyuncuydu ki sinemada rol yapmıyor, adeta yaşıyordu.

1975 yılı geldiğinde, bir proje her şeyi değiştirdi: Hababam Sınıfı.

Rıfat Ilgaz’ın unutulmaz eserinden uyarlanan filmde Adile Naşit, okula gönülden bağlı, disiplini sevgiyle harmanlayan Hafize Ana karakterine hayat verdi. Siyah önlüğü, başındaki örtüsü, elindeki zili ve çayları taşıdığı tepsisiyle Hafize Ana, kısa sürede Türkiye’nin kalbinde taht kurdu. Adile Naşit’in Hafize Ana’sı, yalnızca bir yatılı okulun hademesi değildi. Yetimlerin, yoksulların, yalnız çocukların yüreklerine bir anne şefkatiydi. Onun öğrencilere attığı bakışlar, küçük bir omuz silkişi, kısacık kahkahaları, o kadar gerçekti ki perdeyle izleyici arasındaki mesafeyi tamamen yok ediyordu. Hafize Ana karakteri, onu ölümsüzleştiren en önemli rollerden biri oldu.

Hababam Sınıfı’nın büyük başarısından sonra Adile Naşit, Yeşilçam’da Kemal Sunal, Münir Özkul, Tarık Akan ve Şener Şen gibi usta isimlerle birlikte Neşeli Günler, Gülen Gözler, Süt Kardeşler, Bizim Aile gibi klasikleşmiş filmlerde rol aldı. Ne oynarsa oynasın, Adile Naşit, oynadığı her karakterin ruhuna kendi sevgisini, kendi kayıplarını, kendi direncini kattı. Filmlerdeki o sevimli anne figürü, aslında Adile Naşit’in gerçek yaşamının bir yansımasıydı. Çünkü o, hayatı boyunca hem gerçek bir anne olmuş hem de ekran başındaki milyonlarca izleyiciye anne sıcaklığı sunmuştu. 

Hababam Sınıfı setinde, Adile Naşit sık sık genç oyuncularla şakalaşır, kahkahalar atardı. Ancak çekim aralarında sessizce bir köşeye çekilir, çantasından küçük bir fotoğraf çıkarır ve dalgınlaştığı görülürdü. O fotoğraf, kaybettiği oğlu Ahmet’in fotoğrafıydı. Sahne ışıkları yandığında yine kocaman gülümseyerek sete dönerdi.

Seyirci bilirdi ki, afişinde Adile Naşit’in isminin bulunduğu bir film mutlaka güldürür, güldürürken düşündürür; mutlaka bizdendir, küçük insanın hem komik hem de dramatik hikâyesini anlatır. Bir filmde Adile Naşit varsa izleyenin mutlaka içi ısınır, umut dolar, geleceğe ve kendine inanırdı.

Özellikle Münir Özkul ile birlikte pek çok filmde canlandırdığı şefkatli anne rolleri, yoksul ama sevgi dolu aile yapısı, Türkiye’nin dört bir yanında insanların yüreğine dokundu. Bu filmlerden bazıları Bizim Aile, Gülen Gözler, Neşeli Günler ve Gırgıriye serisiydi.

1975’da seyirciyle artık tam anlamıyla kucaklaştığını söyleyebileceğimiz Adile Naşit, Atıf Yılmaz’ın yönettiği, Uğur Dündar ve Hülya Koçyiğit ile oynadığı “İşte Hayat” filminde canlandırdığı Makbule rolüyle 1976’da 13. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandı. Film, Adile Naşit’in saf bir karakteri oynamadığı nadir filmlerdendi; zeki, uyanık ve kendi çıkarları gereği pragmatist davranabilen, hırslı ve üçkâğıtçı bir karakteri canlandırmıştı. Yine bir anne rolü oynasa da belki de yönetmen Atıf Yılmaz’ın tasarrufuyla, seyircinin alıştığı rol kalıbının dışına çıkabilme fırsatı yakalamıştı. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nün filmin başrol oyuncusu Hülya Koçyiğit yerine Adile Naşit’e verilmesi, hem Naşit’in oyunculuğu hem de film öyküsünde aslında başrol oyuncusundan daha stratejik bir yer işgal etmesinden kaynaklanıyordu.

Adile Naşit ödül haberini Ertem Eğilmez’den almıştı.

Telefonda, “Evet Adile, Antalya’ya gidiyorsun,” diye tekrarladı Ertem Bey, “Ödül kazanmışsın, onu alacaksın!” 

Başta bu habere inanmayan Adile, içinden şöyle düşünüyordu, “Bu kadar ısrarla söylediğine göre herhalde doğru.” 

Sonra telefonda sordu.

“Acaba hangi yardımcı rol için?”

“Yardımcı rol filan değil!” diye gürledi Ertem Bey. “Doğrudan doğruya baş kadın oyuncu olarak alıyorsun.” 

Telefon elinde, ne söyleyeceğini bilemeden öylece kalakalmıştı. Ondan hiç ses çıkmayınca Ertem Bey, “Adile!” diye bağırdı. 

Adile güçlükle, “Efendim,” diyebildi. 

“Söylediklerimi duydun değil mi?” 

“Duydum efendim.” 

Yine sessizlik oldu bir müddet. Sonra Ertem Bey, “Tebrik ederim,” dedi ve telefonu kapattı. Bir anda stüdyo birbirine girdi. Münir Özkul, Ayşen Gruda, herkes Altın Portakal’ı kendileri kazanmış gibi bayram ettiler. Sarılıp sarılıp öpen, bağırıp çağıran gırla… O ise sanki buz kesilmişti. Ne bir şey duyuyor ne de bir şey hissediyordu.

En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Cüneyt Arkın’ın kazandığı 1976 yılının Altın Portakal’ında, Cüneyt’in yanında Türkan değil, Hülya değil, Fatma Girik değil de Adile Naşit vardı. Adile Naşit’in esas şaşkınlığı, yıkmış olduğunu fark ettiği bir gelenek nedeniyleydi. 

“En İyi Kadın Oyuncu” ödülü genellikle yıldızlara verilirdi. Adile Naşit, endüstriyel ve magazinsel anlamda bir yıldız değildi. O, Yeşilçam’da bir ilki başararak, başrol oynamadığı filmle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almıştı. Kabul edilmiş ölçütlerin dışında, kadın yıldızlarda piyasanın olmazsa olmaz kabul ettiği fiziksel özelliklerden, cinsel çekicilikten ve güzellik ölçütlerinden çok uzaktı. Kısacık boylu, küçücük ayaklı, çizilmiş gibi duran incecik kaşları olan, kilolu biriydi. Dolayısıyla görünüşü, bir kadın yıldızla taban tabana zıttı. Ancak o da zaten kadınlığıyla değil, oyunculuğuyla ve sanatıyla var olmuştu. Adile Naşit, tüm bu kalıpları yıkarak bu ödülü almıştı ve kendi şahsında popüler kültürün güçlü bir geleneğini sarsmıştı.

O yarattığı çekim gücü, filmlerde canlandırdığı karakterlerin, halkın hafızasındaki kalıcılığı ve silinmezliğiyle yıldız olmuştu. Popülaritesi, çocukluğundan başlayarak yılların emeği sonucu ortaya çıkmıştı; Arzu Film ve Eğilmez ekolü, onu halkın gönlünde yıldızlaştırsa da küçüklü büyüklü rollerde sergilediği usta oyunculukla seyircinin beğenisini kendisi yaratmıştı. Başka türlü de yıldızlaşılabileceğini, zirvede ve unutulmaz olunabileceğini, yardımcı rollerin başrolleri gölgede bırakabileceğini kanıtlamış, sanatta ısrar etmenin ve ona tutkuyla bağlı olmanın sonucunda, endüstrinin yıldızı olamasa dahi halkın yıldızı olunabileceğini ispatlamıştı. Adile Naşit bu tüketim kültürü ve dayatmalar karşısında kendi sınavını vermişti. O, filmlerin içinde yalnızca bir karakteri değil, izleyicinin kalbinde yaşayan bir hissi canlandırıyordu.

Rol aldığı pek çok filmde sürekli benzer rolleri oynadı. Naşit, ne yazık ki potansiyelini açığa çıkarma, yeteneğini farklı rollerde de gösterebilme olanağı bulamadı. Sinema sektörünün bir yıldızda aradığı ölçütlere uymadığı için sinemada hep yardımcı oyuncu olarak konumlandırıldı. Babası Naşit Bey’in tipi sorun olmamış hatta komik bulunmuşken Adile Naşit’in fiziksel özellikleri, sınırsız yeteneğine rağmen, onun başrol oyuncusu olarak değerlendirilmesine engel oldu. Genellikle anne, hala gibi aile büyüğünü, cinsiyetsizleştirilmiş, herhangi bir cinsel kimliği ve hayatı olmayan kadınları canlandırdı.

Tiyatronun Adile Naşit’in yaşamında yeri hep özeldi. Ancak artık iyice yoğunlaşan film çalışmaları nedeniyle uzaklaşmak zorunda kaldı. Tiyatroya olan aşkı ve tutkusu hiç dinmedi. Bu dönemde sinemadaki yoğun mesaiden vakit artırabildiği zamanlarda, sahne çalışmalarını sürdürdü. Hisseli Harikalar Kumpanyası, Yedi Kocalı Hürmüz gibi müzikallerde de rol aldı. 

Bir söyleşisinde tiyatroyla bağını ve sinemaya yaklaşımını şu sözlerle anlatmıştı:

“Sinemaya 1971 yılında Beyoğlu Güzeli adlı filmle geçtim. Bugüne kadar tam otuz bir filmde oynadım. Sinemayı çok seviyorum. Fakat tiyatronun yeri başka. Ben tiyatroda dünyaya gelmişim. Bu yüzden tiyatroyu çok severim. Ancak tiyatroda maddi manevi birçok imkânsızlıklar var. İşte bundan dolayı tiyatroyu bırakıp tamamen sinemaya geçtim. Bunun vebali biraz da sevgili Ertem Eğilmez’in. Benim yakama bir yapıştı, pir yapıştı. Ertem Eğilmez ile tanışmam tüm dünyamı alt üst etti. İleride imkân olursa tekrar kendi adıma bir tiyatro kurup çok iyi şeyler yapabileceğime inanıyorum.”

Adile Naşit, özgür ancak maddi yönden zayıf tiyatro yaşamına karşılık, belirtilen rol kalıpları içinde kısıtlı ve maddi yönden tatmin edici Yeşilçam oyunculuğu arasında tercih yapmak zorunda kalmıştı. Naşit, 1970’li yıllar boyunca bitmez tükenmez enerjisiyle elli üç filmde oynadı.

Bölüm 4: Yakında

Bölüm 4: Adile Teyze ve Kuzucukları

1979 yılında, Adile Naşit’in hayatı bir kez daha değişti. Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı’nın kurucuları arasındaydı. Sonrasında sinema perdesi değil, küçücük bir televizyon ekranı üzerinden milyonlarca eve konuk olacaktı. TRT ekranlarında başlayan “Uykudan Önce” programıyla birlikte, Adile Naşit artık sadece yetişkinlerin değil, çocukların da “Adile Teyze”si oldu. Bu programda her akşam çocuklara masallar anlatıyor, şarkılar söylüyor ve günün yorgunluğunu sıcacık sesiyle unutturuyordu.

Sanatçı, kendisinin deyimiyle, her programın başında isimlerini teker teker saydığı “kuzucuklar”ının “Masalcı Teyze”si oldu. Programın ilk bölümüne kaybettiği oğlu Ahmet’in ismini de anarak başladı. Bütün çocukları oğlu Ahmet’in yerine koyarak, onlara en güzel masalları anlattı; pek çok kuşakta, çocukluğun masum dünyasına ait unutulmaz izler bıraktı. Öyle ki, 1985’te “Yılın Annesi” seçildi. Program ayrıca 1980 ve 1981 yıllarında, Günaydın gazetesinin “Yılın En Başarılı Çocuk Programı” ödüllerini almaya hak kazandı.

Her akşam, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle ekrana çıkıyor, milyonlarca çocuğa masallar anlatıyordu. Başını hafif yana eğerek, kimi zaman gözlerini kısarak, kimi zaman kocaman bir kahkaha atarak… Masalın içine giriyor, ses tonu ve bakışlarıyla her çocuğun odasına, her çocuğun kalbine dokunuyordu.

Adile Teyze, sadece masal anlatmıyordu; Sevgiyi, şefkati, kaybettiklerimize rağmen hayata nasıl sarılabileceğimizi fısıldıyordu bizlere. Çocuklar için o, sadece bir televizyon figürü değildi. O, yalnız gecelerde bir dost, karanlıktan korkan çocuklar için bir ışıktı. Onun anlattığı masallar, sanki sadece kitaplardan değil, yaşamının kendisinden süzülüp geliyordu. Bu yüzden Adile Teyze’nin sesi, hep tanıdıktı, hep ev gibiydi.

“Uykudan Önce” programı, Türkiye’deki birçok çocuk için ilk gerçek kitap okuma ve masal dinleme deneyimi oldu. Adile Teyze, masal anlatırken sesinin tonuyla, mimikleriyle ve içtenliğiyle ekrandan evlerin içine girerdi.

O, bu programı sadece bir iş olarak görmedi. Onun için çocuklar her zaman özel bir yerdeydi. Kendi oğlunun acısını içinden hiç atamayan Adile, belki de içindeki anne sevgisini bu program aracılığıyla milyonlarca çocuğa ulaştırıyordu. Her bir çocuğu kendi evladı gibi gören Adile Naşit, sevgi dolu tavrıyla Türkiye’nin kolektif hafızasında silinmez bir iz bıraktı.

Uykudan Önce programı hiçbir gerekçe gösterilmeden ve haber bile verilmeden yayından kaldırıldı. Öyle ki, Adile Naşit programın yayından kaldırıldığını televizyon ve gazete haberlerinden öğrendi. 20 Eylül 1982 tarihli 7 Gün Dergisi’nde, programın kaldırılması şu şekilde değerlendirildi:

“… bugüne kadar başarılı yapımları hiçbir gerekçe göstermeden veya sudan sebeplerle ekrandan uzaklaştıran, başarısızlıklara yeşil ışık yakma eğilimindeki TRT kurumu yöneticilerinin bu tutumunu anlamak kabil değil…”

Vedalar Mevsimi

Televizyon programının sebepsizce ve aniden sonlanmasının ardından Adile Naşit çok büyük bir kayıp daha yaşayacaktı. Tüm acılara rağmen Adile ve Ziya Bey sıkı sıkıya bağlı bir çiftti. Evlerinin içinde bile birbirlerine bey- hanım şeklinde hitap ederler, aralarındaki derin saygıyı bu şekilde korur, sevgilerini yaşarlardı. Ziya Bey, çok beyefendi bir adamdı. Bir karıncayı dahi incitmekten çekinirdi. Adile onun göz bebeği, kıymetlisiydi.

Ancak 1982 Temmuz’unda bir gün aracında rahatsızlanan Ziya Keskiner kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Adile bu kayıptan sonra iyiden iyiye boşluğa düştü. Vücudundan bir uzvunu kaybetmiş gibi hissetmeye başladı. Duygusal olarak desteğe ihtiyacı vardı. Tüm Türkiye onu sahnede kahkahalar atan bir kadın olarak tanıyordu fakat o kahkahalarının altında derin acılar, büyük mücadeleler ve sonsuz bir sevgi saklıyordu. Bu sevgiyi paylaşamadığı o dönemde hayat gailesinde eksiklik hissediyordu. Onun içinde kaynağı kurumaz bir sevgi çağlayanı vardı. Babası, annesi, oğlu ve ardından da eşini kaybedince içindeki sevgiyi paylaşamaz oldu.

Teselliyi bir kalbe sığınmakta buldu. 1983’te özel şoförü Cemal İnce ile kimseye duyurmadan evlendi. Erol Simavi ile Müjde Ar nikâh şahitleri oldu. 2017’de vefat eden Kore Gazisi Cemal İnce Adile Naşit’e yönelik duygularını şöyle ifade etmişti:

“O kadar çok sevdim ki, tekrar evlenmeyi hiç düşünmedim.”

Adile, şöhretin büyüsüne hiç kapılmadı; mütevazı yaşadı ve mütevazı kaldı. Paraya hiç önem vermezdi. Eli açıktı, kazandığını dağıtır, alacaklarını tahsil etmezdi. Kimseyi geri çevirmezdi. Evi her zaman dostlarıyla dolup taşardı.

İkinci evliliğinden kısa süre sonra, belki de tam yeniden mutluluğa demirlemişken, Çiçekleri, balıkları ve kör köpeğiyle yaşarken sağlığı bozulmaya başladı. Özellikle oğlunun kaybından sonra içine attığı üzüntüler ve yoğun çalışma temposu, artık bedenine ağır geliyordu. Ruhu diri olsa da vücudu artık yavaşça pes ediyordu.

1987 yılında son filmi “Annem/Bırakmam Seni”nin çekimleri sırasında rahatsızlanarak hastaneye giden Adile Naşit’e bağırsak kanseri teşhisi kondu. O zamana kadar genellikle komedilerde oynadığı için hiçbir filminde ölmemişti. Ancak senaryo gereği o filmde ölecekti. Hastalık sinsice ilerliyordu ama Adile Naşit pes etmiyordu. Hayatının hiçbir döneminde acıya teslim olmamıştı, olmayacaktı. Bu sırada kanser bütün vücudunu sarmış; birkaç aylık ömrü kalmıştı. Biliyordu öleceğini. Çekim aralarında sık sık “Acaba bu filmi bitirebilecek miyim?” diye soruyordu. Sıra o sahneye geldiği zaman gözyaşları içinde öylesine dokunaklı oynadı ki sanki ölümünün provasını yapıyordu. Son repliği de şuydu:

“Sevenlerim beni hep gülerek ve neşeyle hatırlasın.”

Tedavi sürecinde bile, sahnelerden, kameralardan, insanlardan kopmadı. Zorlu bir hastalık süreci geçirmesine rağmen, Adile Naşit asla umutsuzluğa kapılmadı. Hastalığı boyunca çevresindekilere moral verip onları güldürmeye çalıştı. Hiç kimse ondan bir şikâyet, bir sitem duymadı.

Yurtdışında tedavi olması gereken Adile’yi bu dönemde çok sevdiği sanatçı dostları bir an bile yalnız bırakmadılar; Münir Özkul, Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü ve özellikle kendisine “Adoş” diye hitap eden, kızları gibi gördüğü Müjde Ar ve Sezen Aksu hep yanındaydılar.

Adile Naşit’in uçak korkusu olduğundan Erol Simavi arabasını tahsis etti, refakatçileri Müjde Ar ve Sezen Aksu’ydu. Yurtdışında aylarca şefkatle Adile’ye baktılar. Ümit kalmadığını öğrenince hayatlarının en iyi rollerini oynaya oynaya İstanbul’a döndüler. Aksu ve Ar, İstanbul’da da Adile Naşit’in yanından hiç ayrılmadı, Alman Hastanesi’ndeki odasında nöbet tuttular. Ancak hastalık Adile’yi hızla sona sürükledi.

O, hayatının her anında olduğu gibi, vedasında da güçlü ve zarifti. Tarihler 11 Aralık 1987’yi gösterdiğinde Kuruntu Ailesi dizisinin setinde Gazanfer Özcan ve Gönül Ülkü röportaj yapacaklardı. Fakat kameralar dizi setini anlatması için Gazanfer Özcan’a çevrildiğinde sanatçı çok sevdiği dostu Adile Naşit’in ölüm haberini gözleri yaşlı bir şekilde Türk halkına verdi.

“Adile Hanım, doğduğu günden vefatına kadar şanssız bir insandı. Hep güldürdü, kendi gülmedi, hiç gülmedi, gülüyor gibi gözüktü; tabii ki zaman zaman tebessüm etti ama o bilindiği gibi her dakika kahkahalar atan, neşe içinde mutlu bir insan değildi. Sadece çevresindekileri mutlu görmeye, onları mutlu etmeye çalışan bir insandı.”

Haber duyulduğunda, Türkiye bir anlığına sustu. Kahkahaların yerini gözyaşları aldı. Ülke derin bir yasa boğuldu. Sadece sanat camiası değil, ülkenin dört bir yanındaki insanlar, Adile Teyze’yi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşadılar.

Müjde Ar’ın, Adile Naşit’in vefatının ardından söylediği şu sözler anlamlıydı:

“Anam, arkadaşım, sırdaşım, çocuğumdu. Bünyesinde bu kadar çok kişiliği barındıran başka bir insan tanımadım. İnsanları delicesine severdi. Zaten yaşama karşı tek tutkusu, insan sevgisiydi.”

Kemal Sunal tabutu başında Türkiye’nin Gülen Adam’ı olmayı bıraktı. Hüngür hüngür ağladı. Cenaze törenine, onu uğurlamaya gelenler arasında sanat dünyasından dostları, çocuklar, gençler, yaşlılar vardı. Onu, binlerce kişi gözyaşları içinde uğurladı.

Adile Naşit, Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Mezarına kucak kucak çiçek bırakıldı. Samimiyeti, çalışkanlığı ve alçakgönüllülüğü ile Adile Naşit, yalnızca bir oyuncu değil, bir değer, bir duygu, bir aile büyüğü haline gelmişti. Vefatının ardından pek çok kişi gerçek bir aile büyüğünü kaybetmiş hissetti.

Bir sene sonra 1988’de Sezen Aksu, TEMA aracılığıyla Adile Naşit’in anısına bir hatıra ormanı kurdu. Adile Naşit, ölümünden sonra “Türk sinemasına yaptığı katkılar” nedeniyle pek çok ödüle layık görüldü. En önemlisi de Adile Naşit, hiçbir zaman unutulmadı.

Adile Teyze, fiziksel olarak aramızdan ayrılsa da filmleriyle, kahkahasıyla, masallarıyla ve sevgisiyle yaşamaya devam ediyor. Bugün onun adı geçtiğinde yüzlerde beliren tebessüm, aslında onun insanlara miras bıraktığı en kıymetli şeydir. Onu, bize öğrettiği en önemli şeylerle hatırlamalıyız:

Sevgi, samimiyet, içtenlik ve unutulmaz filmleri.

Adile Naşit, hiç susmayacak bir kahkahanın, hiç sönmeyecek bir sevginin adıdır. Adile Naşit’in hayatı, yalnızca bir sanatçının başarı hikâyesi değil, insan olmanın, sevmeyi bilmenin ve sevgiyi paylaşmanın hikâyesidir. Adile Naşit, milyonların “Adile Teyze”si olarak, her zaman kalbimizin en yumuşak köşesinde yaşamaya devam ediyor.

Kaynakça

• Alpay Ekler, Yeşilçam’ın Kadınları, Remzi Kitabevi, 2002.

• Agâh Özgüç, Türk Sinema Tarihi, Agora Kitaplığı, 2005.

• “Adile Naşit Kimdir?”, Biyografi.info (erişim tarihi: 3 Nisan 2025).

• “Hababam Sınıfı’nın Hafize Ana’sı: Adile Naşit”, NTV Tarih Arşivi, 2015.

• TRT Arşiv, “Uykudan Önce Programı Yayın Kayıtları”, 1978-1982.

• Wikipedia, Adile Naşit, en.wikipedia.org (Erişim tarihi: 4 Nisan 2025).

• IAU Prat Atölyesi, “Türk Sinemasının Minik Dev Kadını: Adile Naşit”, 2020.

• Beyazperde.com, Adile Naşit Biyografi.

• Oyuncu- Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit- Sibel Öz

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Damla Adam
Damla Adam
Başta İTÜ olmak üzere çeşitli üniversitelerde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Halen Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenci. Turizm, sağlık, pazarlama sektörlerinde çalıştı. Kolektif kitaplarda ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Oyuncak Tabanca” isimli öyküsüyle Zehirli Kalem Öykü Yarışmasında üçüncü oldu. Yazarlık ve editörlük yapmaktadır.

POPÜLER YAZILAR