Pazartesi, Ekim 27, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Evcillik Oyunu

En son ne zaman evcilik oynadınız? Otuz, otuz beş yıl önce olabilir mi? Yirmi yıl? Altı ay ya da altı hafta önce mi? Yoksa dün mü? Belki de bu yazıyı okumaya başlamadan hemen önce.

Hatırlayın: İki sandalye arasına çarşaf gerip ev yapılır, minderler yatağa dönüşür, kırık dökük eski bir sehpa yemek masası olurdu. Plastik tabaklarda pasta servis edilir, boş fincanlardan çay içilirdi. Gerçeğini taklit eden bu çay partisi, kumaştan yapılmış bir bebeğin ağlamasıyla bölünürdü. ‘Anne’ koşup bebeği yatıştırır, ‘baba’ işten yorgun argın gelip koltuğuna yerleşirdi. Bu oyun böyle sürüp giderken, kızlar bebek bakmayı, yemek pişirmeyi, ortalığı toplamayı, hizmet etmeyi öğrendi; erkekler ise dışarıya çıkmayı, otoriteyi, işe gitmeyi, işten gelince de yatmayı.

Şimdi bu yazının başlığına tekrar bakmanızı istiyorum. Evcilik değil ‘evcillik oyunu’. Çünkü masum görünen bu oyun aslında bir rol ezberi, kadınları evcilleştirmenin belki de en sinsi yolu. Bu oyunun kurallarına göre kadın evin içinde kalıp ev işleriyle ilgilenmeli, erkekse dışarının sahibi, evin misafiri olmalı. Çocuklukta başlayan ezberlerle kızlar küçük yaşlardan itibaren ‘iyi bir eş’ ve ‘mükemmel ev hanımı’ olmanın yollarını öğrenir; yemek pişirmenin, temizlik yapmanın, davranışlarını sessizce kontrol etmenin değerli olduğunu kavrar. Övülen ve takdir edilen davranış biçimi, daima başkalarının ihtiyaçlarını kendi arzularının önüne koymaktır. Bu evcilleştirme sürecinde roller öylesine derin bir şekilde kodlanmıştır ki yetişkin kadın çoğu zaman farkına bile varmadan kendi hayatını bir başkasının konforu üzerine kurar. Eşi, çocukları rahatsa kadın da rahat olur.

Kadın gerçekten başkalarını mutlu ederek mi mutlu olmalı?

Son yıllarda ilişkiler ve aile dinamikleri üzerine yapılan tartışmalarda sıkça gündeme gelen bir gerçek var: Eşinin duygusal iyi oluşunu sürdürme yükü sistematik olarak kadınların omuzlarına bırakılıyor. Sosyal bilimlerde ‘duygusal emek’ olarak adlandırılan bu durum, ‘başkalarının duygularını yönetmek, onların mutluluğunu ve huzurunu sağlamak amacıyla yapılan, görünmez ve çoğu zaman takdir edilmeyen iş’ olarak tanımlanıyor. Kadınlar, evlilikte ve romantik ilişkilerde neredeyse sürekli olarak eşlerinin duygusal durumlarından sorumlu tutuluyor. Bu durum, toplumsal cinsiyet normları ve patriyarkal beklentilerle doğrudan bağlantılı. Toplum, kadınlardan ‘evin ruhunu yönetmelerini’, ‘eşlerini motive etmelerini’ ve ‘ilişkiyi beslemelerini’ bekliyor; erkeklerden ise benzer bir sorumluluk talep edilmiyor. Sonuç olarak, hem cinsiyet eşitsizliği derinleşiyor hem de kadının emeği görünmez oluyor. Özellikle modern romantik kültürde sıkça karşılaşılan ‘iyi eş, iyi anne, iyi partner’ olma yükü, kadınların kendilerini sürekli sorumlu hissetmesine ve suçluluk duygusuna kapılmasına yol açabiliyor. Oysa ilişkilerin gerçek anlamı, tek taraflı fedakârlıkla değil, karşılıklı anlayış ve paylaşım ile ortaya çıkmalı. Kadınların mutluluğu başkalarının mutluluğuna indirgenmemeli.

Kadının, duygusal emeğe ek olarak ev içindeki fiziksel emeği de yine görünmez kılınan bir mesai silsilesidir. Ev işleri, çocuk bakımı, eşin ihtiyaçları… Hepsi kadına ‘doğal görev’ olarak yüklenir. Kadının mesaisi sabahın ilk ışıklarında başlar, gece herkes uyuduğunda bile bitmez. Saatle ölçülemeyen, maaşla karşılığı olmayan, bordrosuz bir işçilik… Yemeğin kokusuna, temiz nevresimin huzuruna, derli toplu bir evin konforuna sinmiş, bir fazla mesai gerçeği.

Dünya Bankası verilerine göre kadınlar ev içinde erkeklerden ortalama üç kat fazla çalışıyor. TÜİK’in 2023 verileri, kadınların günde ortalama 4,5 saat ücretsiz ev içi emek harcadığını, erkeklerde bu sürenin yalnızca 51 dakika olduğunu söylüyor. Yani kadının görünmez mesaisi, tüm sistemin üzerine kurulu olduğu, görünmez bir ekonomi. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gibi kuruluşların raporları, bu görünmez emeğin, dünya ekonomisinin yaklaşık %39’unu oluşturabileceğini belirtiyor. Yani, kadınlar karşılıksız bir şekilde devasa bir ekonomik değer üretiyor.

Kadınlar her geçen gün, ev içinde ‘her şeyi karşılayan’ kişi oluyor. Yemek, temizlik, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı, misafir ağırlama, eşinin duygusal durumunu kollama, evinin konforunu gözetme gibi işler, kadınların birincil sorumluluğu olarak görülüyor. Dolayısıyla kadınların kariyerlerini geliştirmelerini, sosyal hayata katılmalarını ve kişisel gelişimlerine odaklanmalarını engelliyor.

Peki ya kadın oyunu bozarsa?

Kadın artık anne, bakıcı, temizlikçi rollerini oynamak istemezse ne olur? Yemek yapmak, cinsel birliktelik, bakım görevleri konusunda ‘hayır’ derse nasıl karşılanır? İşte o zaman evcillik oyununun ne kadar sert, ne kadar cezalandırıcı olduğunu görürüz. Evlilik içi tecavüz hâlâ bir tabu, hâlâ hukukta tam anlamıyla karşılığını bulamıyor. Kadının, kendi bedenine dair karar alma hakkı, mahkemelerin verdiği ‘tahrik indirimleri’ ve benzeri uygulamalarla sürekli aşındırılıyor. Kadınlar hayır dediğinde, erkeklerin gururu örseleniyor, öfkelenme hakkı doğuyor. Ve ne yazık ki bu ‘erkekçe duygular’ yargı otoriteleri tarafından meşrulaştırılabiliyor. Kadının ‘hayır’ deme hakkı, ihlal edilebilecek bir alan gibi görülüyor. Oyundan çıkan kadın, sistemin gözünde oyunu bozan, ‘suçlu’ kadın oluyor. Kadın, sistemin kendisinden beklediği uysallığın dışına çıktığında, sadece ev içi bir tartışmanın ötesinde bir şey yapmış oluyor. Direnç gösteriyor. Patriyarka bu direnci sevmiyor, bastırmaya çalışıyor.

Sistem, oyunu bozan bu kadını ‘suçlu’, ‘itaatsiz’ ve hatta ‘toplum normlarına aykırı’ olarak damgalıyor. Kadının kendi bedeni ve hayatı üzerinde söz sahibi olma hakkı, bu mekanizmalar tarafından sürekli sınırlandırılıyor.

Dolayısıyla evcillik oyunu, roller bütününden ibaret değil. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, hukuki yetersizliklerin ve kültürel baskıların sahnesi. Kadın, oyunu bozduğunda bu sistemin kırılganlığını açığa çıkarıyor. Çünkü sistem, kadının ‘evet’ demeye devam edeceği varsayımı üzerine kurulu. Bir ‘hayır’, tüm dengeyi sarsabiliyor. İşte bu yüzden kadının direnişi, sadece kişisel bir tercih değil, aynı zamanda politik bir eylem hâline geliyor. Kadın, her ‘hayır’ında, sistemin dayattığı rollerin ne kadar kırılgan olduğunu gösteriyor.
Oyunu bozan kadınlar, sistemin moralini bozuyor.

Kadınlar artık yüzyıllardır süregelen bu rol dağılımını sorgulamaya ve ‘oyunbozanlık’ yapmaya başlıyor. Bu vazgeçiş, ev işlerini reddetmekle sınırlı değil, aynı zamanda başkalarını önceliklendirmenin de sonu. Kadınlar kendilerini birer birey olarak tanımlıyor, kendi arzularına ve kariyer hedeflerine öncelik veriyorlar. Evcilik oynarken duvar olarak kullandıkları çarşaflarla şimdi kendi geleceklerine uçmak istiyorlar.

Erkeklerin de bu oyunun bir parçası olduklarını anlaması ve kendi rollerini sorgulaması gerekiyor. Ev işleri ve çocuk bakımının sadece kadınların sorumluluğu olmadığının, bunların ortak birer görev olduğunun anlaşılması gerekiyor.
Kadınların direnişini görünce ataerkil toplumun canı sıkılıyor. Kadına ‘oyunbozanlık yapma’ diyor. Ama asıl soru şu: Kadının rızası alınmadan kurulan bir oyunda, oyunbozan kim?

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Gizem Yeşilyaprak
Gizem Yeşilyaprak
1988, Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesinden lisans derecesini aldıktan sonra reklam ve iletişim dünyasına adım attı. 2009’dan bu yana Yaratıcı Yazar olarak çalışıyor. Markalar için özgün anlatılar tasarlarken, kendi hikâyelerinde de insanın hayatla kurduğu ilişkinin izini sürüyor.

POPÜLER YAZILAR