Cuma, Temmuz 18, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Buz ve Ateş Ülkesinde İnsan – İzlanda

Çok fırtınalar atlatmış olanlara özgü kristalize bir sakinlik.

İzlanda’nın bende oluşturduğu ilk izlenim buydu. Kudretli olanlara özgü bir sakinlik. 

%52’si volkanik çöl, %12’si buzul, %11’i soğumuş lav akıntıları ile kaplı bir ada İzlanda. Buz ve ateş ülkesi diye anılıyor. Ancak aynı zamanda şelaleler ülkesi. Başınızı çevirdiğiniz her yerde bir şelale görüyorsunuz. Tabii bunlardan bazıları, büyüklükleri ve estetikleri ile öne çıkıyor. Bu şelalelerde gökkuşağı görme olasılığınız da çok yüksek. Bu gökkuşakları, öyle şehirde yağmur sonrasında bir anda ortaya çıkıp bir anda kaybolan cinsten de değil. Uzun uzun seyredebiliyorsunuz.

Burada doğa öyle bir sarıp sarmalıyor ve öyle bir sarsıyor ki insanı, her zerreniz bunu hissediyor. Gecesiz bir gün mesela. Bunun fikri bile hayretimi celbediyor. Beyaz Geceler ya da bir başka deyişle “Midnight Sun” deniyor. Evet biliyorum, dünyamız güneşe göre eğik bir eksende hareket eder ve bu duruş kuzeyde Artctic Circle’da, güneyde ise Antartic Circle’da yaz aylarında batmayan güneşe sebep oluyor. Bu bilgiyi bilmekle on gün boyunca gece yüzü görmeden yaşamayı deneyimlemek ayrı şeyler. Dışarısı sürekli aydınlık. Ama bir noktada senin içinde gece oluyor ve uyumak istiyorsun. Gözlerini kapatıp kendi karanlığını yaratıyorsun. Bir taraftan bir mucizeye tanıklık ederken diğer yandan gecenin, karanlığın kıymetini anlıyorsun.

Işıklar içinde uyuyamıyor insan!

Bu yüzden ebediyete uğurladıklarımız için “nurlar içinde yatsın” ile “ışıklar içinde uyusun” aynı şeyi ifade etmiyor. Nur aydınlıkla karanlığın birleştiği ama birinin diğerini örtmediği bir hâl sanki. Yüksek bilincin yoğunlaştırılmış, hedefe odaklanmış hâli gibi… Nurlar içinde olmak, bu yüksek bilinçle aydınlanmış olmak, anlamış ve anlaşılmış olmak demek. İngilizcedeki “enlightment” gibi yani. Evet kelimenin içinde “light” var. Ama bu zahiri bir ışık değil. Zihnin, kalbinin aydınlanması. Zihnin ve kalbin aydınlanması için bazen ışık değil, karanlık gerekiyor.

“Coğrafya kaderdir,” sözü geliyor aklıma; İzlanda’daki insanları, davranışlarını, hayata bakışlarını izlerken. “Coğrafya kaderdir,” sözünü doğrulamak için verilebilecek yüzlerce örnek bulunabilir tabii ki. Ama bu sözde beni rahatsız eden bir şey var. İradeyi, çabayı, emeği, gelişimi, değişimi, dönüşümü engelleyen; zorlaştıran bir tınısı var bu sözün. Bir yanıyla da o kadar gerçek ki; o yüzden bu sözü şerh etmek istiyorum. Her insanın, canlının, hatta eşyanın bir kaderi olduğu gibi, coğrafyaların da kaderi var. Örneğin İzlanda’nın kaderinde, bir yanının için için yanan yanardağlarla diğer yanının buzullarla kaplı olması var. Aylarca batmayan güneşle sürekli gündüz, aylarca doğmayan güneşle sürekli gece olmak var. Kış aylarında karlar altında etrafıyla iletişimi tamamen kesilen bölgeler, yaz aylarında her yerden çağıldayan şelaleler, sönmüş lav tüflerinin içinden biten çiçekler var. Coğrafyaların kaderi ile orada yaşayan insanların kaderlerinin kesişmesi, benzeşmesi de kaçınılmaz. Ve kâinatta her şeyin, herkesin kaderi görünmez ağlarla birbirine bağlı. Tıpkı devasa bir zihin gibi… İnsanı eşref-i mahlukat yapan bu devasa zihne, kalp seviyesinden bakarak tüm bu bağlantılara şahitlik edebilmesi…

Evet, coğrafya kaderdir ama sadece yaşadığın coğrafya kaderin değil, senin zihninin coğrafyası, kalbinin coğrafyası asıl kaderindir. Yani akıbetini merak eden, kendi zihin ve kalp coğrafyasındaki oluşumlara baksın. Yanardağların varsa belli ki patlayacak, lavlarını akıtacaksın. Buzulların varsa er ya da geç kütlenin bir kısmını suya teslim edeceksin. Sarp kayalıkların, zirvelerin, uçurumların, kanyonların varsa kaçış yok, kendi yokuşlarına tırmanacak, kendi derinliklerine düşeceksin. Evet, coğrafya kaderdir. Ve güzel haber; kaderin değişmesi de kadere dahildir.

Kuzey Atlantik kıyısında simsiyah kumsaldan oluşan bir plaja gidiyoruz. Black Sand Beach; bazalt kolonlardan adeta örülmüş bir duvar gibi karşımıza dikilen kayalıklar, denizin içindeki yine kaya oluşumları ile harikulade bir uyum içinde. Farklı bir gezegenin kumsalındaymışsınız gibi hissediyorsunuz. Plajın bir başka özelliği ise “sneaker waves” denen, ardı ardına bir dizi halinde gelip kıyıya yakın yerde aniden kırk metrelere kadar ulaşabilen dalgalar. Bu özelliği ile dünyanın en tehlikeli plajı olarak biliniyor. Halbuki şimdi, şu an karşısında ona bakarken ne kadar masum, ne kadar naif ve sakin görünüyor. Tıpkı tüm tehlikeli şeyler gibi…

Buzul deyince ilk akla gelen, denizin üstünde koca kütleleriyle duran buz parçaları. Ama buzulun sadece bu görselden oluşmadığını İzlanda’da anlıyor insan. Burada buzdan dağlar var. Daha doğrusu, karşıdan baktığınızda sanki dağların arasından aşağıya doğru akan bir lav, birden buz tutmuş, akar gibi görünen ama orada donup kalan. Güney kıyısına gittiğimizde mavi, beyaz, turkuaz ve siyah çizgili buz dağlarının, buzlu bir dansla hareket ettiği ve sürekli değişen buzul lagününü görüyoruz. Bu tam da o ilk akla gelen buzul görsellerine benziyor, o kadar etkileyici ki! Düşünsenize bu buzullar, Oraefajokull buzulundan kırılıp geliyor ve denize karışıyor usul usul. Binlerce yıllık bir hikâyeyi anlatıyor buz suya. Ve tam karşıda bulutların arasından karlı, buzlu dağların zirveleri gözümüzün içine bakıyor. İnsan hep anlaşılmamaktan şikâyet eder ya. Aslında insanı en iyi bu buz dağlarının zirveleri, zirvelerden kopup gelen ve suda yüzen, kendini damla damla suya katan buzullar anlar. Ama sorun şu ki onların seni anladığını sen anlayacak mısın? 

Yeleleri ayrı, kahkülleri ayrı güzel; dört nala koşan, gemsiz, koşusuz, eyersiz o kapkara yabani atlar anlar seni. Adeta birbirinin gölgesi gibi birlikte hareket eden iki siyah at giriyor kadrajıma. Nasıl da uyumlular. Nasıl da biliyorlar birbirlerini.

Bilen ile bilinen arasında eşsiz bir bağ kurulur. Bilen, bilmek suretiyle bilineni “kurtarır” bilinmezlikten. Bilinen de bileni “kurtarır” hiç bilmemiş olmaktan. Bilen ile bilinen kurtarılmış olmayı tadan ve tattıran olarak birbirlerine “fetih” bağıyla bağlanırlar. 

İşte bu iki kara at bu bağı hatırlatıyor bana.

Adanın kuzeyindeki Hüsavik, huzur veren bir sahil kasabası. Buradan teknelerle yunusları, balinaları ve çok nadir bir kuş türü olan puffin’leri görmeye gidiyoruz. Tekne ilk önce puffin adasına uğruyor. Gagası ve ayakları turuncu, gövdesi siyah ve beyaz; bodur, sempatik bir kuş puffin. Kocaman gagası olmasına rağmen hiç ötmüyor olmaları ilgimi çekiyor. Ötmeden nasıl anlaşıyorlar acaba? Sessiz kuşlar. Adada kayalıklara yuvalar yapmış binlerce puffin’i gördükten sonra açılıyoruz tekrar. Deniz suyu bi garip, sanki suda değil de mavi bir yağda gidiyor teknemiz. Suyun parlaklığı, berraklığı soğukluğu hakkında da fikir veriyor. Çivi gibi soğuk olduğunu anlıyorsun. Sonra bir yerde duruyoruz. Kaptan, balinaların geldiğini nasıl anlayacağımızı anlatıyor. Gölgeler görmeliymişiz önce, sonra suda hafif kabarcıklar… Gözlerimiz bu emareleri ararken herkes sessiz, odaklanmış şekilde suyun üstünü tarıyor. Birden bir gölge, kaparcıklar, köpükler evet işte orada…Herkes sevinçle çığlıklar atıyor. Önce kafasını suyun yüzeyinde görüyoruz, sonra sırtı yükseliyor. Yükseliyor, kamburlaşıyor ve sıçrıyor, kuyruğunun tekrar suya dalışındaki estetik inanılmaz. Kuyruğundaki alaca renklerin güneş ışığında parlaya parlaya tekrar suya dalması peri masallarını andırıyor. Ama o parende atarcasına yapılan atlayışını göremiyoruz. Onu her zaman yapmıyorlarmış. Neden öyle atladıklarının da kesin bir cevabı yok. Derilerinin üstüne yapışan planktonlardan kurtulmak için olabilirmiş veya kendi aralarında haberleşmek için ya da karşı cinsin dikkatini çekmek içinmiş. Kim bilir, belki de sadece canları sıkıldığı içindir. Sonuçta bu yeryüzünde canı sıkılan tek varlık insan olmamalı. Sanki bizim orada olduğumuzu biliyor anlıyor ve bize kendini göstermek için arz-ı endam etmek için sıçrayıp dalıp oyunlar oynuyor gibiler. Yunuslar daha şakacı, daha şapşal; balinalar gibi üst perdeden konuşmuyorlar. Evet evet, balinalar da kesinlikle insanı anlıyor. Zaten insanı bir insanlar anlamıyor. 

Bir ara karşıdaki diğer gözlemci tekneye bakıyorum. Bu cümbüşü izleyeceğiz diye hepsi teknenin sol tarafına yığılmış. Tekne yan yatmış, neredeyse denize paralel duruyor. “Aaa, şunlara bak tekneleri nasıl yan yatmış,” derken, bizim teknede de aynı tarafta biriktiğimizi, bizim de karşıdan bakınca aynı şekilde göründüğümüzü fark ediyorum. İçeriden didaktik bir ben çıkıyor yine ve uyarıyor: Herkes dönüp aynı yöne bakıyorsa bilin ki orada tehlike çanları çalıyordur. Aklı, zekâdan ayıran en önemli noktalardan biri, iki zıt fikri aynı anda zihinde barındırabilme, tartabilme ve ağırlık merkezini doğru tespit edebilme kapasitesidir. Ve ağırlık merkezine göre inşa edilmeyen her şey yıkılmaya, batmaya mecburdur. Hizalanalım, aynı yöne bakıp odaklanalım derken merkezimizden şaşmayalım. Hizalanmayalım, merkezlenelim.

Bu seyahati benim için eşsiz yapan bir diğer faktör de artık konulara biraz yukarıdan ve uçarak bakmak. Droncuğum ile ilk yurtdışı seyahatimin İzlanda olması tabii ki tesadüf değil. Burası öyle bir coğrafya ki ancak yukarıdan bakarak derinlikleri, genişlikleri, azameti anlayabilirsiniz. Mesela şelalenin dibine kadar gelip göz hizasından, tepeden aşağı akan su kütlesine bakmak var. Bir de dronu havalandırıp, “Dur bakalım nerelerden geliyor buradan atlayan su taneleri?” deyip iz sürmek var. Aheste aheste akıyormuş gibi görünen su yollarını tepeden görmek var. Çok acayip! O kendi yatağında sakin sakin akan suyun yüzlerce metreden aşağı kendini bırakıvermesindeki vazgeçiş, teslimiyet, huşu, aşkınlık, taşkınlık, coşkunluk, heybet, azamet… Evet evet, şelaleler de anlıyor insanı. Bir tek insan anlamıyor insanı…

İzlanda bana yeni tanıştığım ama eskiden beri tanıyormuş gibi hissettiğim ezeli bir dost gibi geldi. Her haliyle şaşırtırken aşina bir bakışla göz göze geldiğimiz, bir yandan gümbür gümbür meydan okurken diğer yandan asaletiyle, zarafetiyle ve sükûnetiyle kendine hayran bırakan anlayışlı bir dost. Buz da anlıyor ateş de anlıyor insanı. Buzdan ve ateşten coğrafyalar da anlıyor insanı. Bir insan anlamıyor insanı.

Dilek Altay
Dilek Altay
İlk şiirini ilkokul öğretmenine yazdığından beri ara vermeden yazmaya devam ediyor. Kimya Mühendisliği okudu. İstanbul’u, kimyayı ve yazmayı aşkla seviyor. Birinci vazifemizin bu olağanüstü kâinata şahitlik etmek olduğuna inanıyor. Yazılarını da bu şahitliğe şahitlik etsinler diye yazıyor.

POPÜLER YAZILAR