Yazmak çok zor. Sanat üretmek ve izleyen gözlere sunmak da öyle.
Tüm yaşamımı bilen bilmeyen herkesin önüne hunharca seriyorum gibi. “Herkes kendini yazar,” diyorlar ya. Biliyorum dediklerini. İşte en büyük korkum bu. Okuduğum metinlerde de yazarlar kendi ruhlarını kabartan, yazılmak üzere içlerinden taşan deneyimlerini değil de o tecrübenin türettiği hisleri aktarmıyorlar mı en nihayetinde? Belki de yapmıyorlardır. Belki de ben yeterince kitap okumadım, yazarlarının da biyografilerini yeterince araştırmadım. Öyle çok okunacak eser varken ömrüm de bir o kadar kısa. Okumadıklarımdan hep utanç duydum. Utancın altında ezilişim, vakit bulamama kisvesi altına sığınıp, yeterince iyi bir okur olamadan yazma cüretiyle kalemi elime alışımdandı. “Yazılmış tüm kitapları okumadan yazmak yasak bana,” dedim. Bu inancım sebebiyle de kendi yazdıklarımı bulunamayacak şekilde saklayacağıma inanıverdim.
Üstelik bununla da sınırlı değil. Başka bir gün omzumun üzerinden kalemimi izleyen gözler olduğunu hayal ettim. Kulağımın dibinde, duymayacağımı sanarak, benim cümlelerime güldüklerinden resmen emindim. Bakışlarımın ardına sakladığım melankoliye rağmen yansıttığım neşeye aldanıp tam bir dram kraliçesi olduğumu düşündüklerini, dedikodumu yaparken sonsuz bir keyif aldıklarını hissettim. O gözler kenara çekilip de yazdıklarımın öznesi ve malzemesi olduklarını anlayan gözler gelince ise onlara kıyamadığımı, onları anlatmaya hakkım olmadığını düşündüm. Onları acımasızca, hatta hadsizce malzeme ettiğimi ve zamanında bana yaşattıkları bölük pörçük acıları abarta abarta, yaya yaya, pazarda bağıra çağıra satışımı imgeledim. İkinci planda kalışımı, kimsenin en değerlisi olamayışımı ele aldığım metnimde mesela; anlamasınlar da canları yanmasın diye cinsiyetlerini, sıfatlarını evirdim çevirdim, mekânları değiştirdim, ilişkilerini çarpıttım. Bu kez de hayal gücümün yetersizliğinden dem vurdum. Metnim, ben gerçekleri çarpıttıkça gücünü ve vurgusunu kaybetti, bense aynen dedikleri gibi kendimi anlattım işte. Yaşanmışlıklarımın korumaya çalıştığım, temiz kalan parçalarını da aynı geçmişin pis dolaplarını eşeleye eşeleye kirlettim. Zihnimde yazılmaya değer ne kadar leş varsa deştim, buldum, kâğıda akıttım. Bunu anladığımda ise hemen ardından kendimden bir kez daha utandım, öykümü yırttığımı düşledim.
Zaman geçti. Yazmadan duramadım. Parmaklarım klavye tuşlarını, sağ elim kalemimi özledi. İçim sıkıştıkça günlüklerime sığındım. “Bari,” dedim, “günümü yazayım.” Ne yazarsam yazayım, yalnızca gözlerim sıralı cümleler görsün. Bir ara utancımdan sıyrılıverdim. “Nasılsa kendime saklayacağım, bari kendimi yazmaktan esirgemeyeyim,” dedim. Şiirsel bir dil kullanınca, edebiyat patlattığımı sanarak önce böbürlendim, ardından sadeliği yakalayamayışıma hayıflanıp kalemimi yerden yere çaldım. Kelimeleri yanlış yerlere koyup da cümlelerimi devirdikçe yazdıklarımdan daha da nefret ettim. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır, kendi yaşamımın ötesini kurgulayabileceğim ilhamı belki de denizin mavisinde bulurum,” dedim de kaçıp kendime yazacak banklar keşfettim. Baktım ilham falan gelmiyor; kalemim geçmişimin ötesine tutuk, zihnim paranoyadan hâlâ muzdarip, omzumun tepesindeki gözler kondukları yeri mesken bellemiş, orada kalmış… “Ferahlık mekânda değil şişelerce içkinin getireceği kontrolsüzlüktedir belki,” dedim. Dedim de dedim… Kendime çaresizce Hemingway’in öğüdünü hatırlattım; “Sarhoş yaz, ayık düzenle.” Koskoca Hemingway demiş, deneyeyim istedim. O çırpınışımda bunu kendime mübah gördüm. İroniktir ki böyle bir cümlesi olmadığını ise sonradan öğrendim, içip içimi dışıma çıkardığımla kalıverdim.
Okura rezil olacağımı hissettikçe bari zekâ oyunları yapayım dedim, bu kez de yazdıklarımın niteliğinin -bana göre niteliksizliğinin- omzumdan bakan gözlere değil, okuyan gözlere yakalanacağından şüphelendim. Hem, akıl oyunları sandığım şey de zaten okuru aptal yerine koymaya çalışmak değil de ne? “Bak, ben kendimdeki marazı anlatmış olmamak için üstünü örttüm de örttüm, anlamı daralttım da kapattım.” Hem de bunu ne bir metaforla ne bir sembolle ne de bir teknikle yapabildim. Vasatlığımla okuru kandırmaya çalışmanın ayıbını iliklerime kadar hissettim. Ondan da vazgeçtim. Dedim, “Beceremiyorsun, bırak açık kalsın.” Üstelik derler ya, “Kol kırılır, yen içinde kalır.” Benim yazdıklarımda yen içinde kalmamakla kalmadı, bütün kol kemiğim açığa çıktı. Kendi mahremiyetimi kendim ihlal ettim. Bu yerleşmiş algılarım, zihnimin en parlak bölgesinde asılı dururken anlatımı bırakayım açık bırakabiliyorsam… “Aman yavrum, kendini kimseye açma, gün gelir, sana koz olarak kullanılır,” diye büyütülmüş bir neslin bireyi, nasıl olur da kendini kırmızı halı gibi bir okurun gözü önüne serebilir ki?
Bir aralıkta, durmaksızın kesip biçtiğim, baştan yazıp yeniden sildiğim öykümü dostluğuna sığındıklarıma okutma cesareti bulmayı denedim, “Acaba,” dedim, “önce giriş paragrafını okutsam. Kalbim kırılmasın diye kesin çok güzel olduğunu iddia eder zaten. Fakat olsun, belki biraz cesaretlenirim.” İnanmak istedim çünkü güzel olduğuna. Güzel; basit fakat güçlü bir kelime. Benim beklediğimse duyguyu geçirebildiğimi duymak; o acıyı, o sızıyı… Vazgeçtim. Yine utandım. Utanç. Ne baskın bir yük bedenimde. Okutamasam da kendime ket vurmama hangi hissin sebep olduğunu öğrendim. Ardından iş iyice büyüdü. Daha bir öykümü okutamayan ben, onlarca el yazması defterlerim aklıma gelince çılgına döndüm. Her bir defterin her bir sayfasını tek tek yırtıp, kütüphanemin raflarına rastgele bulunamayacak şekilde serpiştirip, ölümümden sonra bile el değmeyeceğini garantilemek üzere saklasam diye planlar kurdum; sonra kendime, tüm o kelimelerime nasıl kıyacağımı sordum. “Kıyarım,” dedim. “Açık kitap gibi okunmaktansa, bütün defterlerimi bir kamp ateşi başında yaksam, yok olmalarını iyice garantilerim,” dedim. Kararımı sorgulayarak gecelerimi tavan seyrede seyrede sabah ettim. Yazılarım özgürlüğe kavuşmamalı, yalnızlığa mahkûm olmalıydılar. Bir sabah en sonunda artık iyice saçmaladığımı anlayınca, “Kaygı bu,” dedim, “ve korku.” Utancımın, kaygımın ve korkumun el ele vererek kalemimin etrafına yıkılmaz duvarlar örmek için kan, ter içinde soluk soluğa, durmaksızın çalıştıklarını gördüm.
Bir yandan yazmaktan vazgeçememek, bir yandan boğazımı sıkan duygularımla tanışmak, onlarla boğuşmak, onları yenememek ve onlarla barışmak… Öteki yandansa kendimi açmadan yaratıcı yazmaya kendimi zorlamak… Olmadı. Ne yaptıysam olmadı. Her yazdığım geçmişimi çıplak bırakıyor, karakterler benden ayrışmıyor, her öyküm, her metnim, her cümlem ve her sözüm, “Ben karakter değil, yazarın kendisiyim,” diye ciyak ciyak çığlık atıyordu. Sanki her an bir yerden bir çocuğun çıkıp, “Yazar çıplak!” diye bağıracağını zannettikçe yanaklarıma sıcak basıyordu, kulaklarım kıpkırmızı kesiliyordu. Kendime o gün bir söz verdim. Ya pes edecektim ya da kendime de okura da dürüst olacaktım. Pes etmek istemiyordum, kendime, “Vazgeçme,” diye yalvarıyordum. “Varsın,” dedim, “varsın biri çıksın ve “Yazar çıplak!” diye bağırsın. En kötü ne olabilir ki?”
Evet evet, dürüst olacaktım. Yazar sıfatını giyinmek istiyorsam okuduklarım kadar okumadıklarımı da itiraf edecektim. Kat ettiğim kadar kat edemediğim yolları da kabullenecektim. Bütün yazarların ilk öyküleriyle kendi ilk öykümü karşılaştırmayı kesip, yazarlık giysisinden boş kalan askıya, kaygımın yönettiği mükemmeliyetçiliği asacaktım. O gün belki de utancından defterlerini yakmayı hayal eden bu yazarın, vesveselerini de aynı dolaba tıkmak yerine çöpe atacağım. İşte bunu yaptığımda aynaya bakacağım. Aynaya baktığımda gördüğümden korkmak yerine ondan memnun olacağım.
Evet bunu yapacağım.