Tuesday, April 8, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Kırbaç, Pikap ve Kaos

Nietzsche’nin Lou Salome’ye olan derin aşkı belli bir süre sonra reddedilmeyle sonlanınca, Nietzsche kadınlara karşı olan bakış açısını “Böyle buyurdu Zerdüşt” kitabında şöyle dillendirir:

“Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma!”

Biz kırbacı unutmayıp daha sonra elimize almak kaydıyla bir kenara koyalım.

Geçenlerde Netflix’te izlediğim bir belgeselde, zamanın doğrusallığı ile ilgili bir karşıt görüş savunuldu. Bu karşıt görüşe göre, zaman aynı çizgi üzerinde ilerlemiyor, belki de tıpkı bir pikabın iğnesi gibi dönen bir dairenin içinde yer alıyordu. Bu teoriye göre biz insanlar, pikabın iğnesi nereye yerleştirilirse o dönemin zamanını yaşayan birer varlıktık. İğneyi kaldırıp dönen plağın başka bir yerine koyan elin kime ait olabileceği ayrı bir tartışma konusu olarak kalsın. Biz iğnenin hangi parçaya yerleştirildiğini ve dönüp duran plakta hangi şarkının içinde yaşayacağımızı düşünelim. Bizler için yazılmış bir kader var ise ve bir ömür boyu aynı albümde kalmamız gerekiyorsa bir çıkış yolu bulmak mümkün müdür? Yoksa bir elin pikabı durdurup plağı değiştirmesini mi beklemeliyiz?

Dönüp durup aynı şarkıda kalan bizler kaotik yaşantımızda da sabitleniyor olabiliriz.

Ünlü matematikçi Edward Lorenz, bir sistemin başlangıcındaki minik bir değişimin, sistemin evriminde kaotik sonuçlar doğuracağını ileri sürer. Bu kaotik duruma tersten bakarsak, bir olayın olması ondan önceki sonuca bağlıdır da diyebiliriz. Bu durumda olaylar ya da kişilerle kurduğumuz ilişkiler zincirinin halkalarının birbirine bağlı olduğu düşünülebilir. Kimilerine göre şu an içinde bulunduğumuz ailenin, dostlukların, hasımların, iş arkadaşlarının, gönül ilişkilerinin, aşkların var olması, hayatın bize sunduğu rastlantısal ağlardan oluşmaktadır. Kimilerine göre ise bu ilişkiler kadersel ve determinist bir ağ içermektedir.

Gwyneth Paltrow’un başrolünü üstlendiği 1998 yapımı “Rastlantının Böylesi” filmini izleyenler hatırlar. Filmin ilk perdesinde işten çıkıp metroya son saniyede binen ana karakterin eve gidişini izleriz. İkinci perdede, aynı paralel olguda metroyu kaçırıp eve geç giden karakterin hayatının nasıl değiştiğini görürüz. Bir saniyelik bir zaman farkının yaşantımızda bizlere getireceği örüntüler, karşımıza çıkaracağı insanlar kimilerine göre kadersel bir ağ, kimilerine göre ise rastlantıdır.

[1]“…Kaotik sistemler, dengelerini uzun vadede korumak yerine, en küçük bir etki ile harekete geçip, farklı hareket kalıpları içinde yeni dengeler bulurlar.”

Kaos teorisine dönersek, hayatımızda içinden çıkamadığımız tüm kaotik durumların yeni dengesini bulabilmesi için biraz akışta kalmak ve taşların yerine oturmasını beklemek, bazen ise bir dokunuşla değişime sebep olmak gerekebilir. Elbette, değişimler yeni kaoslar getirebilir. Ancak yeni kaoslar, yeni dengeler ve dönüşümleri de beraberinde getirecektir.

Peki ya kendi kaosumuzu kendimiz yaratıyorsak ya da ilişkilerde biz yaratıcı kimliğine bürünüp karşımızdakini kul olarak algılıyorsak? Yaradan ve kul ilişkisi örneklerine sanatta ve gerçek hayatta çokça rastlıyoruz.

İki edebi eserden yola çıkalım:

İlki; İngiliz yazar Mary Shelley’nin meşhur gotik eseri Frankenstein olsun. Victor Frankenstein yeniden yaratmayla kafayı bozmuş bir bilim insanıdır. Cesetlerden aldığı vücut parçalarından bir canavar yaratır. Yarattığı canavar o kadar ürkütücüdür ki insanlar ondan kaçar. Üstelik, yaratıcısı Frankenstein onu terk eder.  Canavar, yalnızlık duygusunu o kadar yoğun yaşar ki Frankenstein’dan kendisine arkadaş olabilecek başka bir canavar yaratmasını ister. Frankenstein önce bunu yapmayı düşünür ancak daha sonra öngörülemeyen sonuçlarla karşılaşabileceğini düşünerek canavarı reddeder. Yaratıcısı tarafından reddedilen canavar, yaratıcısından intikam almak için Frankenstein’ın sevdiklerini öldürür. Buna öfkelenen Frankenstein ise kendi yarattığı canavarı bulup öldürmek için bir yolculuğa çıkar. Bu edebi eseri okumamış olanlara hikâyenin sonunu anlatmayacağım elbette.

İkinci eserimiz G.Bernard Shaw’un Pygmalion’ı olsun. Yunan mitolojisindeki bir efsaneden yola çıkan bu eserde, Galateia kendi yaptığı kadın heykeline âşık olur ve Afrodit’ten onu canlandırmasını ister. G.Bernard Shaw 1913’te yazdığı eserde, alt sınıfa ait olan çiçekçi bir kız ile bir profesörün ilişkisi anlatır. Çiçekçi kıza düzgün konuşmayı ve görgü kurallarını öğretmeyi amaç edinen Profesör Higgins bu süreçte kendi yarattığına inandığı çiçekçi kıza psikolojik ve sözel şiddet uygular.

Her iki eserin ortak noktası, karakterlerin kendi yarattıkları ya da yarattıklarını sandıklarına, belli bir süre sonra, öfke ve kin beslemeleridir.

Konumuza dönersek, ilişkilerdeki sevgi ve emek belli bir süre sonra öfke ve intikam duygusuna dönüşüyor. Sevgi ve emekle karşıdakini var etme yanılgısına düşenler, karşı tarafın değişimi ve dönüşümüyle kendi varoluşlarını sorguluyorlar. Üstelik bu sadece kadın erkek ilişkilerinde değil, işveren işçi, patron çalışan, ebeveyn çocuk ilişkilerinde de gözlemleniyor.

Nietzsche’nin Lou Salome’ye duyduğu derin aşkı düşününce, beraberlikleri sonlandığında Nietzsche’nin Salome’ye karşı duyduğu dindirilemez öfkeyi anlamak zor değil. Elbette, nihilist yaklaşımıyla Tanrı’nın varlığını sorgulayan Nietzcshe, Salome’yi yarattığını düşünmüyordu. Tüm hayatı boyunca zekâsı ve kafasında dolaşan karmaşık düşüncelerden dolayı kaotik bir yaşam alanına sahip olan Nietzsche, belki bu dünyadaki varlığının yokluğunu Salome ile var edebildi belki de Salome’yi gereğinden fazla tanrılaştırdı. Salome ile tanışmamış bir Nietzsche yine var olacaktı ki felsefesi ve zekâsıyla evrensel kalmıştır. O dönemin geleneklerine göre aykırı düşünen Salome, muhtemelen kendi özgürlük anlayışıyla, ona sunulan plakta kaotik hayata sabitlenmek istemedi.

Yazının başında şu kenara bıraktığımız kırbaca gelince…

Bence Nietzsche’nin bahsettiği kırbaç şiddet, erkek egemen güç ya da cinsel fantezi değildi. Bazı araştırmalar Almancadan Türkçeye yapılan tercümenin ‘kırbacı’ olduğunu, ‘kırbacını’ olmadığını savunuyor. Bu durumda, kırbacın kime ait olduğu bir muamma olmakla beraber biz kırbaçları bir kenara fırlatıp pikabımızın iğnesini kendi seçtiğimiz albüme kendi elimizle yerleştirelim.

[1] Gökmen, A. (2014). KAOS TEORİSİ’NİN GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2(2), 61-77.

Becermen,M.(2013). Nietzsche’nin “Kadınlara mı gidiyorsun. Kırbacı unutma!” sözü üzerine bir inceleme.Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi, Sayı 21

 

 

 

Atiye Gözde Sıdar
Atiye Gözde Sıdar
1974 Ankara doğumlu. Ankara ve İzmir’de ikamet ediyor. Lisansını Hacettepe İngiliz Dilbiliminde, yüksek lisanslarını Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinde ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. 25 yıllık öğretmenlik hayatında Uluslararası Bakalorya eğitim programında Bilgi Kuramı, Amerikan ve İngiliz edebiyatı dersleri verdi.

POPÜLER YAZILAR