İnsanoğlunun var olduğu andan itibaren bitmeyen doyumsuzluğu coğrafyaları yerle bir etmiştir. Ve tam da savaşların göbeğinde kadın olmak zordur.
Başından bombalar yağarken o bir vatandaş, kadın, eş ve annedir. Varoluşsal bir mücadele başlar. Eğer hayatta kalırsa yüzünü başka bir tarafa da dönmek ister. Bu mücadele sonra; edebiyata, sinemaya, tiyatroya, müziğe konu olur
Savaşın gölgesinde çıkan hikayeler hep boynu bükük, eksik ve yarımdır. Yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıkların ağırlığı ve kederi vardır. Dünya’nın her hangi bir yerindeki haksızlığa, acıya, direnişe, adaletsizliğe en çok sesini çıkartan kadınlardır. Onlar Allah tarafından yüksek bir duyarlılıkla yaratıldıkları için en çok acıyı duyan ve en çok acı çektirilen varlıklar olmuşlardır.
Savaşalar neticesinde yerinden yurdundan edilen, zorla göç etmek zorunda bıraktırılan kadınlar; hayata en baştan başlamanın güçlüğü ile de savaşmak zorunda kalmışlardır. Öldüren, yok eden savaş; bir kadın için yaşatan, büyüten, baş eden başka bir savaşa dönüşür yani savaş insani bir alanda varlığını göstermek zorundadır. Bunu yapmakta kadına düşer. Kimi kadınlar çok şükür hayattayız derken, bazıları da hayata bir iz bırakmak, bütün bu olan bitenleri tarihe not düşme derdindedir.
Hayat herkese adil bir dünya sunmuyor maalesef. Kimi kadınların yazgısı doğuştan kara oluyor, kimisi acıyı tatmadan eften püften dertleri dert sanıyor, kimi anlatmayınca dertsiz sanılıyor, kimisi cesaret iksiri içmiş gibi acının üstüne gidiyor kafa tutuyor, kimi kadın korkutulmuş, sindirilmiş sesi çıkmıyor, kimisi halinden memnun kolayı seçmek istiyor…
Milyonlarca kadının bir şekilde hayatta kalma yöntemi var ve bambaşka. Ben en çok savaşçı ruhu olan, hiçbir şey değişmese bile ‘Ben azınlığın sesi olmak istiyorum.’ diyen, yürekli kadınların daha çok saygıya layık olduğuna inanıyorum. Elbette herkesin hikayesi var ama bazı hikayeler direnişin sesi ve yüzüdür.
Savaşın en gerçek yüzünü ancak savaş bitikten sonra anlarız. Çünkü savaş sırasında atılan bombaların öldürdüğü insanlar, yıktığı evler, hastaneler, okullar, ibadethaneler…içler acısı. Peki kadın bunun neresinde? Kısaca her yerinde.
Ben savaşların ardından kadınların bıraktığı eserlerden örnekler vermek istiyorum. Amacım duygudaşlığımızı empati yaparak kuvvetlendirmek. Savaşlara katılan kadınların hikayesini en güzel anlatan birkaç yazarımızdan bahsetmek istiyorum.
Bunu en iyi anlatan yazarlardan biri Nobel Edebiyat ödülü sahibi Belaruslu yazar ve gazeteci ‘Svetlana Aleksiyeviç’ ve ‘Kadın Yok Savaşın Yüzünde’ eserinde İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyet kadınlarının yaşadıklarını anlatır. Bu kitapta savaşı kadınların ağzından dinliyoruz. Günümüz modern insanların derdi ile kıyaslandığında insana kendi halini sorgulatan eserde, insan derin bir hüzne kapılıyor.
Diyor ki: “İnsan savaştan büyük…”
Savaşların, o vahşetin üzerinden yıllar geçiyor ve aynı insan olmuyorsun. İşte bu sancılı süreci yaşayan nice kadınlar var. Zihnimde anlatmak istediğim onca şey birbirini itiyor adeta , ben konuşmak istiyorum, bundan da bahset bundan da diyor. Söz almak isteyen birçok kadının yerine kalemimi konuşmak istiyorum.
“Savaş hakkında bildiğimiz her şeyi erkek sesinden dinlemişiz. Hepimiz savaşa ilişkin erkek tasavvurlarının ve erkek duyumlarının mahkumuyuz. Mesela benim dışımda hiç kimseler ninemi konuşturmamış, annemi konuşturmamış. Cepheyi görenler bile susuyor. Es kaza hatıralardan söz açıldı diyelim, kadınların değil, erkeklerin savaşını anlatıyorlar…” Kadın Yok Savaşın Yüzünde
Benim de çok severek okuduğum Agota Kristof’un Okumaz Yazmaz kitabından alıntılar bırakarak; savaşın gölgesinde ve sonrasında şerefli bir yaşam mücadelesi veren kahraman kadınlarımızı saygıyla anıyorum.
Agota Kristof’ta savaşın mağdur ettiği kadınlardan biridir. Eserlerinde savaşın etkilerini güçlü kalemiyle okura aktarır.
Onlarla duygudaşlık ve yoldaşlık yapmanın hüznünü yaşıyorum. Elbette acıyı en çok yaşayan ve çeken bilir.
“Ben de, bu zorunlu sessizlik saatlerinde, bir çeşit günlük tutmaya başlıyorum, kimse okuyamasın diye şifreli bir yazı bile icat ediyorum. Mutsuzluğumu, acımı, üzüntümü, akşamları beni yatağımda sessizce ağlatan her şeyi not ediyorum.”
“ En çokta kaybettiğim özgürlüğüme ağlıyorum. Kaybettiğim çocukluğa da ağlıyorum, üçümüzün çocukluğuna.”
“Ama hepsinden en önemlisi o gün, 1956’nın Kasım sonu, bir halka aidiyetimi kesin olarak kaybettim.”
“Okumayı yeniden öğrendim. Bana bir kelimenin anlamını ya da yazılışını sorduklarında asla, ‘Bilmiyorum,’ demeyeceğim. “Bir bakayım,” diyeceğim. Ve bıkıp usanmadan sözlüğe bakacağım. Bir sözlük tutkununa dönüşeceğim. Fransızcayı, anadili Fransızca olan yazarlar gibi asla yazamayacağımı biliyorum…”
“ Bu dili ben seçmedim. Kader, raslantılar, koşullar dayattı onu bana… okuma yazma bilmeyen birinin meydan okuması.”
Savaşın bütün yükünü omuzlarında ve ruhunda taşıyan kadınlarımızın hikayeleri hepimize örnek ve ilham olmalıdır. Bunca acıyla ve mücadeleyle yükselen seslere kayıtsız kalmamalıyız. Biraz empati, biraz dayanışma ve gücümüz neye yetiyorsa yettiği kadar desteğimizi esirgememeliyiz.
Bugün sessiz kaldığımız her şey bir gün bizim karşımıza çıkabilir. O yüzden bir yerden yükselen bir kadın sesi varda buna ses olalım. Bunu yapmak bizlerin insanlık borcudur. Kayıtsız kalmak, görmezden gelmek ise bir insanlık suçudur.
Savaşın gölgesinde yaşama tutunmaya çalışan o korkusuz ve koca yürekli kadınlara yürekten selamlar.