Pazartesi, Ekim 27, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Duvarların İki Yüzü

Haydi gel bir düşünelim: Ev? Senin için ne ifade ediyor? Bir sığınak ya da görünmez duvarların ördüğü bir kafes mi? Ev dışarıdan bakıldığında basit bir yapı gibi görünür: bir çatı, birkaç pencere, kapı… ama içeriden bakıldığında bambaşkadır, ruhunun yankılarını duvarlarına işlemiş canlı bir varlık gibidir. Belki de ev, günün sonunda yorgun bedenini bıraktığın, kendini güvende hissettiğin bir kale senin için, ne dersin? Kapını kapattığında dış dünyanın karmaşasının geride kaldığı, kendi düzeninin hâkimi olduğun, içeride kendine ait köşelerin, anılarla dolu odalarının olduğu; hatta evin kokusu -evet, kokusu- evine döndüğünde seni selamlayan o koku, sesleri ve sessizliği bile senin parçan.
Şu an evindeysen bir göz gezdir hadi, belki içinde yalnızca sana ait köşeler vardır; bir kitaplık, her gün aynı saatlerde kahve içtiğin fincanın, koltuğunun yanındaki lamban, sen neler görüyorsun?
İşte tüm bu küçük parçalar birleşir ve senin iç dünyanı koruyan bir duvar örer. Gün boyu işte, sokakta, kalabalıkların arasında savrulduktan sonra eve geldiğinde hissettiğin rahatlama, korunma hissidir. Ev bu yönüyle tam anlamıyla kale olur sana. Bir kadın için bu kale hayatın merkezidir. Orada belki çocuk büyütür, yemek pişirir, düzen kurar. Ev, kadının aidiyet duygusunu pekiştirir; kendi emeğinin izlerini evin her köşesine serpiştirir.
Ama şimdi gel dürüst olalım, aynı ev bir gün gelir seni köşeye kıstıran bir zindana da dönüşebilir; o dört duvar hızlıca üstüne gelir. Hani evin odaları daraldıkça daralır ve seni korumak yerine artık seni sınırlar ve kaçamazsın ya. Sen pencerenden dışarı baktığında hayatın hızla akıp gittiğini görürsün ama öylece kalakalırsın. Bak işte o zaman ev kaleden çok bir zindandır artık. Özellikle biz kadınlar için bu his ne çok tanıdıktır değil mi? Tarih boyunca ev kadına bir güven alanı kadar özgürlüğünün sınırlandığı bir yer de olmuştur maalesef. Bir el aynı anda hem okşar hem de bağlar sanki.
Belki de bu yüzden birçok kadın için ev kaleden çok bir kafese benzer. Bir kadının potansiyelini gerçekleştirmesini engelleyen, görünmez duvarlarla çevrili bir mekân. Ev işleri, bakım yükü ve toplumsal beklentiler… işte tüm bunlar kadının özgürleşmesini değil de evin içine hapsolmasını sağlayabilir. En çok da sessizlikte hissedilir bu hapislik.
Bak edebiyat da sık sık anlatır bunu bize aslında. Virginia Woolf mesela, kadının özgürleşmesi için ‘Kendine ait bir oda’ gerektiğini söylemiş, değil mi? ‘Kendine ait bir oda’yı özgürlüğün başlangıcı sayar. Çünkü o oda, kadının kendine ait düşünce, üretim ve hayal kurma mekanıdır. Türk edebiyatına bakalım bir de; Halide Edip’in romanlarındaki kadın karakterler evin içinde daralan nefesleriyle seslerini arar, Adalet Ağaoğlu’nun kadınlarıysa bazen evin koruyuculuğuna sığınır, bazen de o duvarlardan kurtulmak ister.
Hadi gel biraz da psikolojiye kulak verelim: Ev, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en temel güvenlik basamağında durur. Çocuk için ev dış dünyanın tehditlerinden korunulan bir koza gibidir; yetişkin içinse mahremiyet ve özgürlük alanı.
Bağlanma kuramı bize şunu anlatır: Bir çocuk için ev, annesinin kucağıyla özdeşleşir; anne kucağı ne kadar güvenliyse, evde o kadar korunaklıdır.
Psikoanalitik bakış açısıyla bakıldığında ev, anne rahminin sembolik bir uzantısıdır; koruyucu, kapsayan. Varoluşçu psikoloji ise evi, dünyada bir yer edinme çabasının dışa vurumu olarak görür.
Yetişkin olduğumuzda bile ‘‘eve dönmek’’ dediğimizde kastettiğimiz şey aslında yeniden korunmak, yeniden tutulmaktır çoğu zaman.
Ev, yeryüzündeki en eski metaforlardan biridir. Doğduğumuz anda gözümüzü açtığımız ilk mekân bir evdir. İlk ağlayışımızın duvarlarda yankılandığı, ilk oyunlarımızı oynadığımız, ilk korkularımızı sakladığımız yer. Psikolog Winnicott’un dediği gibi, her insanın tutulduğu, sarıldığı güvenli bir alana ihtiyacı vardır. İşte ev, bu güvenli alanın maddi sembolüdür. Ev, kimliğimizi şekillendiren ilk mekân; dünyadaki ilk adresimizdir.
Evinde yürürken aslında kendi zihninde gezinirsin. Salonun, insanlara gösterdiğin yüzün; yatak odan, sadece seninle senin aranda kalan sırların; mutfak, beslenme ihtiyacından çok hayatı nasıl paylaştığının göstergesi. Ev, senin iç dünyanın dışa vurmuş bir maketi aslında, ne dersin?
Ev bir kadına güç de verebilir; onu tüketip yok da edebilir. Bir kadının kendi odasını yaratabilmesi, evin içinde kendi sınırlarını çizebilmesi, onu bir kaleye dönüştürebilir mi? Ya da ev kendinden vazgeçip sadece başkalarının ihtiyaçlarına hizmet eden bir mekân haline geldiğinde, kadını sessizce bir zindana hapsedebilir mi?
Kaç kadının hayatı dört duvar arasında hapsedilmiş bir sessizlik içinde geçti kim bilir? Kaç anne evin içinde yalnızlığını kimseye söyleyemedi? Ya da kaç genç kız ‘‘eve kapan’’ denilerek hayallerinden vazgeçti?
İşte tam da bu noktada zindana dönüştü ev. Çünkü duvarlar sadece dışarıyı değil, içeriyi de sınırlandırmaya başladı. Özellikle ataerkil kültürlerde fazlaca görürüz bunu. Ev, kadın için ‘yerin burası’ olduğunun kanıtı gibi sunuldu.
Mutlaka bir yerlerden duymuşsundur; öğrenilmiş çaresizlik kavramını. İnsan bulunduğu ortamda ne kadar mücadele ederse etsin değişim olmuyorsa sonunda kabullenir ve pasifleşir. İşte ev zindana dönüşür. Öyle kolay olmaz tabi; kadın mücadele eder çünkü onun ruhunda vardır, bağırır, kapıları zorlar ama kapılar açılmaz. Sonunda evin içinde susar. Ev bazen dışarıya karşı kale iken, içeridekilere karşı kocaman bir zindan olmuştur.
Şimdi durup biraz düşün lütfen. Senin evin sana daha çok ne hissettiriyor? Bir kale mi yoksa bir zindan mı? Ya da belki ikisi birden, olabilir mi? Belki sabahları kale, akşamları zindan. Ya da belki yıllar geçtikçe duvarların anlamı değişiyor; çocukken sana sığınak olan o duvarlar, yetişkinliğinde seni kısıtlayabiliyor. Ya da tam tersi.
Mesele belki de evin ne olduğu değil, senin onunla nasıl bir ilişki kurduğunda. Onu bir kaleye çeviren de senin ellerin; onu bir zindana dönüştüren de. Sonunda ev, senin hikayeni taşıyan bir aynadan başka bir şey değil aslında. Ve o aynada gördüğün şey yalnızca senin ona hangi gözlerle baktığınla ilgili.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Mehtap Alpak
Mehtap Alpak
Mehtap Alpak, bireylerin yaşam yolculuklarında yanlarında yürüyen, yaralarını anlamaya eşlikçi, insan ruhunun kıvrımlarını merak eden, kelimelerle olduğu kadar sessizlikle de yol almayı seven bir psikologdur ve çoğu zaman dinlediği hikayeler kaleme aldığı satırlarla birleşir ve yazıyı bir ifade etme biçiminden öte insanın kendine temas etme yolu olarak görür.

POPÜLER YAZILAR