Tuesday, April 8, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Tuzluk

Mine klozette oturmuş yerdeki mermerleri inceliyor, çeşitli şekiller çıkarıyor, tırnaklarının kenarında çıkan şeytan tırnaklarını dişleriyle çekip kopartıyordu. Hissettiği heyecandan bağırsakları iyice hareketlenmişti. Birazdan ödüllerin açıklanmaya başlayacağını düşündükçe klozete daha çok yapışıyordu. Kasıklarına vuran ağrıyla dişlerini sıkıp gözlerini yumdu. Şakakları zonkladı. Gözlerinin önüne karıncalar üşüştü önce, sonra bir alev topu sardı etrafını. Sıcak hava yüzünü sıyırdı geçti. Ateşin yardımıyla yılanlar, akrepler, çıyanlar evlerin arasından tek tek çıkmaya başladı. Alevlerden kaçanlar, evlerinden çıkanlar onlara yakalandı. Kaçamayanlar daha öbür tarafa varmadan cehennemin dibini boylamışlardı.

Zihnine üşüşen görüntülerden kurtulmak için gözlerini açtı. Kafasının tepesine kadar çıkan sıcaklık aynı hızla geri indiğinde ferahladı. İçindeki sıkıntıdan kurtulmuş, çekiştirdiği şeytan tırnağının eti kalkmış, canı acımıştı. Açılan kapının gıcırtısını, tanıdık sesleri, topuk tıkırtılarını ve peşi sıra gelen konuşmaları duyunca kulak kesildi.

“E canım sen de arkadaş olmak istiyormuş gibi görünme o zaman. Hayretsin Yonca. Hem eşşeğim katır olsun hem de ikiz doğursun. Ne güzel dünya valla. Bence hissediyor kız senin samimiyetsizliğini.”

“Ne yapıyorum canım ben? Dostunu yakın tut, düşmanını daha yakın, demişler. Mahir Bey’in gözü onda, kaçmaz benden ama benim de adım Yonca’ysa ona bu şefliği kaptırmam. Dağdan gel bağdakini kov, var mı öyle ya!”

“Yahu kız bomba gibi haber yaptı. Çalışıyor, hepimiz görüyoruz, sen oturup masanda oje sürüyorsun, o yarısı yenmiş tırnaklarıyla haber kovalıyor. Sen de yap, Allah Allah…”

“Sen onun hakkında söylenenleri duymadın galiba?”

“Neyi duymadım? Sessiz sedasız, kendi halinde bir kız işte. Siz her hareketine fazla anlam yüklüyorsunuz.”

“Yapma Allah aşkına Çağla, onun sessizliği kendi halindeliğinden değil, kibirden.”

“Hiç öyle gelmiyor bana, hem neyi duymadım söyle bakayım?”

Çağla, rujunu tazeleyip aynada son bir kez kendisine baktı. Ensesinde kestirdiği sarı saçlarını kulağının arkasına sıkıştırdı. Elbisesinin yukarı toplanan eteğini aşağıya çekiştirdi. Yonca aynadan ona ters ters baktı.

“Rahatsız olacaksan niye kıçının tepesinde etek giyiyorsun. Kezban gibi çekiştirip durma şunu.”

“Sen de takacak adam arıyorsun. Şiştim ha. Mine kibirli, ben kezban, sen nesin?”

Yonca, ellerini yıkadı. Ucundan damlayan suları Çağla’nın yüzüne silkeledi. “Şu gıcığı savunma bana. Duyan da arkadaşsınız falan sanacak. Eskortmuş o eskiden kızım. Tanıyanlar var. Bilip bilmeden konuşma.”

“Yok artık. Eskort muymuş? Kim dedi?”

“Boşver, sonra anlatırım. Hadi ödüller dağıtılacak, gecikmeyelim, Mahir Bey yer bizi valla yürü.”

Tuvaletin kapısı gürültüyle kapandığında Mine klozetten kalktı. Önce donunu sonra siyah tulumunu çekip fermuarını kapadı. Sifona bütün gücüyle abanınca kuaförde taktırdığı takma tırnaklardan ikisi aynı anda çıt diye kırıldı. “Hay sıçacam ya. Nereden duydular bunu, onca yıl geçti. ‘Bir de tanıyanlar var,’ diyor. Kim o tanıyanlar? Kim tanır beni burada?” Söylene söylene kabinden çıktı. Ellerini yıkadı. Islak avucunu, pembeleşmiş, yanan yanaklarına bastırdı. Ağlamamak için gözlerini tavana dikip elleriyle yüzüne rüzgâr yaptı. Üç senedir muhabir olarak çalıştığı gazetenin ödül töreni gecesinde, yakaladığı haberle, hayatında ilk defa yaptığı bir işin takdirini alacakken… “Ya duyulursa ya gerçekten öğrenirlerse, hele bir de didiklerlerse, kurtulmak lazım bu ikisinden!”

İçini saran korku ve mide bulantısı yeniden boğazını yoklamaya başlamıştı. Tuvaletten çıktı. Keten görünümlü, bej rengi duvar kâğıdı, ortama loş bir hava katan siyah metalden sokak lambasına benzeyen aplikler, ışığın vurduğu noktalara yerleştirilmiş, siyah çerçeveler ve içinde daha önce yapılan törenlerde çekilmiş fotoğraflarla, oldukça şık dizayn edilmiş koridordan geçti. Salona geldiğinde kapının eşiğinde durup bir süre etrafı izledi. Yüzünü buruşturdu. Sivri topuklu, kırmızı tabanlı stilettolarını çıkartıp sahneye fırlattı. Çığlıkların karıştığı bir uğultuyla beraber tüm kafalar kendisine döndü. Masaların üzerine çıkıp tabakları, kadehleri yıka yıka geçti. Sunucunun elindeki mikrofonu hışımla kaptı. Tiksinerek baktı korku ve hayretle izleyenlerin suratına. “Şu halinize bakın,” diye bağırdı. “Şu halinize bakın! Orada oturmuş, iyi insanlar olduğunuzu düşünüyorsunuz. Önünüzdeki şarabı içiş şekliniz bile gösterinizin parçası. Sahtekârlar! Bıktım! Aranızda hayatta kalmaya çalışmaktan bıktım! Dünyanın en pahalı kiralık oyuncaklarıyız değil mi biz? Fakirler ve muhtaçlar. Çaresizler ve korkaklar. Bizler olmasak sizler nasıl iyi hissedeceksiniz? ‘Kuralına göre oynamak lazımmış, hayat işte, adil değilmiş… bla bla bla… Öyle mi Mahir Bey? Ne büyük klişe! Siz hak ettiniz mi olduğunuz yeri? Yonca? Çağla? Kuralına göre oynamak öyle mi? Mahir Bey’in bacak arasında oynaşmak ya da kızınız yaşında kadınları taciz etmek kaçıncı bölüm? Siz var ya siz… Siz, haysiyetsizler! Lakin bu hayatta iki tür insan var. Bak burayı iyi dinleyin. İki tür insan, dedim. Payını alanlar ve payını kaptıranlar. Avcılar ve av olanlar… Ben size kendimi yedirir miyim be kımıl zararlıları.”

Salon kapısının eşiğinde etrafı izlerken zihninin ona oynadığı oyunla keyiflenmişti, derin bir iç çekti. Bir gün öyle de olur… Oturdukları masadan Serhat’ın karşıdan ona el salladığını görünce gülümseyerek karşılık verdi. Yavaşça sandalyesine yürüdü. Çağla ile Yonca’nın bakışlarını üzerinde hissediyordu. Midesinde dolanan, eski günleri hatırlatan bir ağrı, dikkatini etrafına vermekte zorlanıyordu.

“Mine şu tuzu uzatır mısın?” Serhat’ın sesi, Mine’nin kafasının içinde yankılandı. Beyninin kıvrımları içinde dolandı, en gizli kapıları açtı. Ortalığı bir toz bulutu kapladı. Kulakları tıkandı.

“Uzatsana şu tuzu. Ne bakıyorsun kızım aval aval. Bak hiç duyuyor mu? Başımıza kaldı allahın delisi. Perihan cadısıyla Hamdi Bey de geberip gittiler. Vallaha sabrım taşıyor ha. Ulan senden bir şey isteyende kabahat.”

Hasan sertçe Mine’nin önündeki tuzluğa uzandı. “Ne yapacağız bununla Selo, kaç ay oldu ya? Ama dedim ben. Gelmişsiniz elli yaşına. Böyle demedim tabii de ne gerek var beyim, dedim. Sizin neyinize bu yaşta evlatlık almak. Bunu da demedim. Yarınımız belli mi? Allah vermediyse vardır bir bildiği, dedim. Cahiliz ya biz. Köylüyüz. ‘İşine bak Hasan,’ deyip savdı başından beni. Al bakalım. Hadi şimdi ne olacak? Miras falan da yok. Kaldık bir derme çatma evle iki karış toprağa. Bakmaya değmez. Hem zaten öğrendim ben, bunlar koruyucu ailemiymiş neymiş, buna kalmazmış hiçbir şey. Olduğu kadar yaşarız burada, nereye gideceğiz zaten. Şunu göndermeli önce. Selo, sana söylüyorum lan. Cevap versene.”

Selo dirseğini masaya dayamış sakallarını kaşıyor, yan gözle Mine’yi süzüyordu. Hasan’ın onu dürtüklemesiyle dirseği masadan kayınca irkildi.

“Ne oluyor abi ya!”

“Eşek mi osuruyor burada? Laf anlatıyorum iki saattir.”

“Tamam düşünüyorum işte.”

Mine önündeki tabakta, salçalı suyun içinde yüzen patatese çatalını batırdı. Tedirginlikle küçük bir parçayı ağzına attı. Hasan hala söyleniyordu.

“Neyi düşünüyorsun ya. Söyle biz de düşünelim. Delirtmesene adamı. Ne yapacağız diyorum bu yarım akıllıyla. Yurda geri mi versek? Öldü anası babası deriz. Hı?”

“Yok yok dur sen şimdi. Acele karar verme.”

“Ne duracağım. Bir bu eksikti. Kaç ay oldu. Yeter da. Biz kendimize bakamıyoruz bir de buna mı bakacağız?”

“Belki biz ona değil, o bize bakar?”

“Olur mu lan öyle şey. Kim ne yapsın bu Merzifon eşeğini, baksana şuna.”

“Ya abi, la havle, şu saksıyı çalıştırsana biraz.”

Hasan kaşlarını çattı. “Hiç anlamadım,” diye mırıldandı. Ekmeğinden büyükçe bir parça koparıp yemeğin suyuna bandı.

“Nasıl anlamazsın ya,” diye çıkıştı Selo, “Dur şu gitsin de konuşuruz. Var benim aklımda bir şey.”

Mine, gözü tabağında, çatalıyla patatesleri bir tarafa, kıyma tanelerini diğer tarafa ayırmaya çalışıyor, her iki taraf ortada birbiriyle karıştıkça hırslanıyordu. Kulağı Selo ile Hasan’daydı. Onu gözünden sakınan insanların ölümünü kabullenememiş, çocukluğundan beri tarlalarını ekip biçen bu adamların hoyrat bakışları karşısında gittikçe daha derinleşen bir sessizliğe gömülmüştü. Selo’nun ses tonu Mine’yi rahatsız ediyordu. Şu an ne demek istediğini tam olarak anlayamasa da Selo ne zaman Mine’ye bakarak konuşmaya başlasa kalbine bir ağrı saplanıyordu. Çatalını sessizce tabağın kenarına bıraktı. Masa örtüsünün kenarını bir kıvırıp bir açarak onları dinlemeye devam etti.

“Ulan Selo, çok fenasın ha, anladım galiba. Şeytaaaan…”

Selo düşünceli düşünceli güldü. Hasan, iştahla yediği yemeği bitirdi. Sırtını sandalyenin arkasına yaslayıp bacaklarıyla bir ileri bir geri sallandı. Doğruldu. Arka cebinden bir poşet çıkardı. İçinden küçük bir kâğıt parçası ve bir tutam tütün aldı. Tütünü kâğıdın üzerine özenle yerleştirdi. Sardı. Kâğıdın bir ucunu yalayıp diğer tarafına yapıştırdı. Yaktı. Keyifle bir nefes çekip ayaklarını masanın altından karşı sandalyeye, Mine’nin dizlerinin üzerine uzattı. Mine, refleksle kafasını kaldırdığında, Hasan, sarıdan kahverengiye dönmüş dişlerini göstererek sırıtıyordu. Midesi bulandı. Sandalyesini yavaşça geri itti. Hasan’ın bacaklarını tuttu. Kalktığı sandalyeye yerleştirdi. Süzülür gibi odasına gitti. Kapıyı kilitledi. Yatağın bir köşesine oturup yastığına sarıldı. Duvardaki çerçeveye baktı. Babasının omzunda, annesi arkalarında alkış tutuyor, kocaman gülümsemiş, Mine gözlerini kapatıp kollarını iki yana açmış, düşmeyeceğinden emin. Bırakılmayacağından daha da emin. “Bunlar bana kötü bir şey yapacaklar anne…”

Onu beş yaşında yurttan alıp eve getiren, on altı yaşına kadar anne, baba yerine koyduğu insanları dört ay önce trafik kazasında kaybetmişti Mine. Bozcaada’nın ortasında yapayalnız kalmış, ailesinin sahip olduğu üzüm bağının işlerini yapan bu iki adam da “Bu çocuk bize Hamdi Bey’imizin emaneti,” bahanesiyle müştemilattan çıkıp eve yerleşmişlerdi. Mine, ne yapacağını bilemez halde, yeniden kimsesiz kalışının verdiği korkuyla, oradan oraya sürüklenmiş ve sonunda mevcut duruma ayak uydurmuştu. Kendini koruyabilmek için bulduğu yol ise mümkün olduğunca görünmez olmaktı.

Hasan ile Selo o gece sabaha kadar konuştular. Selo’nun planı Hasan’ın aklına yatmıştı. Hamdi Bey’in deri kaplı sallanan koltuğuna oturup ayaklarını pufa uzattı. İleri geri hafif hareketlerle sallandı. Gözü avizede, kiminle iş birliği yapsalar, diye düşünürken birden ağzı kulaklarına vardı.

“E bu iş bize de yarar lan Selo.”

“Zaten bize yarayacak kime yarayacak başka.”

“Öyle demiyorum, hem maddi, hem…”

“Haa yarar tabii ne demek. Sonuçta sermaye bizim.”

“Doğru doğru. Kimi kimsesi de yok. Valla mirasa falan gerek kalmadı gördün mü, altın yumurtlayan tavuk elimizin altındaymış meğerse.”

“Ha şunu bileydin.”

“Mineciğim, hey, tuzu uzatır mısın?”

Mine, karşısında oturan, kıvırcık saçlı, eli hep gözeneklerinden taşan siyah noktalarında olan, montaj ekibinin en fırlama çalışanı Serhat’ın sesiyle masaya geri dönmüştü.

“Duymadım, pardon, al.”

“Heyecanlısın tabii.”

“Biraz, galiba…”

Serhat patates kızartmasını tuza buladı. Böreğini, ara vermeden yiyebileceği şekilde dilimlere ayırdı. Gülümseyerek kaşlarının altından Mine’ye baktı.

“Yedi senedir şuradayım, daha bir tane değil ödül, aferin almışlığım yok. Ne ballısın be.”

“Şans diyelim.”

“Yok yok şans değil canım, kendine haksızlık etme, ballısın kısmını da şakasına söyledim. Sağlam gazeteci olacaksın sen bak gör.”

Yonca yerinde rahatsızca kıpırdandı. Mine onun dudaklarının aşağı kıvrılışını, küçümseyen mimiklerini görmezlikten geldi. Serhat, hiçbir şeyin farkında değildi. Ağzına bir parça börek atıp konuşmasına devam etti.

“Daha olay polis telsizine bile düşmemişken böyle bir haber yakalamak. Diğer kanalları atlatmak, hele bir de o ne görüntülerdi yahu öyle, insanlar canlı canlı yanıyor, üzerlerinde alevlerle çırpınıyorlar, koşuyorlar falan. Efsane. Helal olsun.”  

Mine gülümsedi. Başını önüne eğdi. Yonca, yanındaki su şişesine uzandı. Suyunu doldurdu. Hesap soran bir ses tonuyla gözünü Mine’ye dikti.

“Sahi ya, daha polisin bile haberi yokken, senin taa Bozcaada’nın o küçücük köyünde, inin cinin top oynadığı yerde ne işin vardı?”

“E yıllık izindeydim. Tatile gitmiştim. Haber ayağıma geldi, ne yapsaydım?”

“İlginç yani. Gecenin o saatinde, üzüm bağlarının ortasında bir köy. Hayır bir de ünlü bir köymüş. Kimseler kolay kolay giremezmiş. Sen de tatile gidecek orayı mı buldun?”

“Ünlü müymüş? Nesi ünlüymüş?”

“Zamanında bir fuhuş operasyonuyla bütün köy, kadını, erkeği, hepsi göz altına alınmışlar. Herkes bilirmiş bunları. Adanın zenginlerine çoluk çocuk pazarlarlarmış. Öyle okudum yani.”

Mine, tabağının yanında duran bıçağı bir sağa bir sola çeviriyordu. Yüzü yanmaya, kulakları uğuldamaya başlamıştı. Gözünü Yonca’nın gözüne dikti.

“E iyi o zaman. Yanmak için cehennemi beklemelerine gerek kalmamış. Ben bilmiyordum bu kısmını. Kurbanlarının içi soğumuştur belki biraz.”

Yonca, Mine’nin rahatsız olduğunu fark etmişti. Şeytani bir gülümseme yayıldı suratına. Dirseklerini masaya dayayıp öne doğru eğildi. “Soğumuş mudur Mine? Rahatlamışlar mıdır sence?”

Mine’nin gözleri doldu. Kaşları çatıldı. Tam cevap vermek için ağzını açmıştı ki sahneden adının anons edildiğini duydu. Derin bir nefes aldı. Ayağa kalktı. Masanın etrafında dolandı. Yonca’nın omzuna elini koydu. Eğildi. “Soğumuştur Yonca, rahatladılar bence,” dedi, “lakin affetmenin büyüklüğüne inanmam bilesin. Gördüğün gibi, intikamın haysiyeti başka türlü alkış alır. Ben senin yerinde olsam konuşmadan önce iki kere düşünürüm…” Arkasını döndü ve alkışların arasından geçip ödülünü almak için sahneye yürüdü.

Duygu Değirmenci
Duygu Değirmenci
1987 yılında İstanbul’da doğdu. Okumayı söktüğü gün önüne açılan Meydan Larousse’dan beri eline geçeni okur, ilkokulda hediye edilen Hülya Avşar fotoğraflı günlüğün kilidini açtığı andan beri yazar. İkisi köpek olmak üzere üç kız annesidir. Diplomalı reklamcı, diplomasız öykücüdür. Nefes aldığı sürece ikincisinde kalacaktır.

POPÜLER YAZILAR