Türk edebiyatının son yıllarda parlayan yıldızlarından Serhat Kaya ile ödüllü romanı Bekleme Odası üzerine derin, içten ve düşündürücü bir söyleşi gerçekleştirdik. Üst üste birçok farklı kurum tarafından ödüle layık görülen bu roman, sahici karakterleri, evrensel duyguları ve hayatın mucizelerine dokunan satırlarıyla gönüllerde taht kurdu. Söyleşimizde, Kaya’nın edebi yolculuğunun dönüm noktalarını, Bekleme Odası’nın ilham kaynaklarını ve yazım sürecindeki en çetin anları konuştuk. Romanın baş karakteri Oliver Andre Nathan’ın Bay Cenavi ile karşılaşmasındaki mucizevi anlardan, hayatın içindeki “gitme” arzusuna; evrensel acıların bencillikle kesiştiği anlardan, Zülfü Livaneli gibi büyük bir yazarın övgüsüne mazhar olmasının Serhat Kaya’da yarattığı duygusal derinliğe kadar uzandık. Neden bu kadar sevildi Bekleme Odası? Serhat Kaya’yı ne kadar yansıtıyor? Peki, mucizelere inanmalı mıyız? Fransa’nın sokakları mı çağırdı yazarı, yoksa başka bir “gitme” isteği mi? Türkiye’de kitap okuma alışkanlıklarının gölgesinde edebiyat neden üvey evlat muamelesi görüyor? Ve belki de en önemlisi, bir kadını zorla elde tutmaya çalışan erkeklerin ruh hali ne anlatıyor? Bu sorular, yalnızca bir romanın değil, insanlığın ortak duygularının ve yaralarının da kapısını araladı. Söyleşimiz, adeta bir edebiyat sofrasıydı; kelimeler, duygular ve yaşanmışlıklar etrafında buluştuk. Sizleri de bu zengin sohbete davet ediyoruz: Bekleme Odası’nın sayfalarından taşan mucizelere, hüzünlere ve umuda ortak olun. Gelin, edebiyatın büyülü dünyasında birlikte bir yolculuğa çıkalım.
Sayın Kaya, Bekleme Odası, kısa süre de 3. Baskısını yaptı ve 4 farklı ödül alan bir roman. Kitabı okumuş bir okurunuz olarak kazandığı ödülleri sonuna kadar hak eden bir roman olduğunu düşünüyorum. Ödüllerinizden bazıları edebiyat jürilerince bazılarıysa okurların oylaması ile yapıldığı için kazandığınız başarıyı çok daha anlamlı buluyorum. Ödüller, sadece Bekleme Odası’nı değil aynı zamanda yazarı da taçlandıran önemli bir duygusal eylem ve geri dönüştür. Peki, Bekleme Odası neden bu kadar çok sevildi?
Güzel sözleriniz ve Bekleme Odası’na gösterdiğiniz sevgi için içtenlikle teşekkür ederim. Bir yazar için, yazdıklarının okurun yüreğine dokunduğunu bilmek, ödüllerden daha kıymetli. Romanın bu kadar sevilmesi, sanırım onun sahiciliğinden geliyor. Bekleme Odası, insan olmanın o kırılgan, karmaşık ve bir o kadar da mucizevi yanlarını anlatıyor. Hepimizin hayatında beklediğimiz anlar, karşılaştığımız insanlar, içimizde taşıdığımız yaralar ve umutlar var. Roman, bu evrensel duyguları kucaklıyor; bir karakterin hikâyesini anlatırken, aslında hepimizin hikâyesine dokunuyor. Ödüllerin, özellikle okurların oylarıyla gelenlerin, benim için anlamı büyük. Çünkü bu, yazdıklarımın bir jürinin ötesinde, okurun kalbinde bir yer bulduğunun kanıtı. Bekleme Odası’nın sevgiyle kucaklanmasının bir diğer nedeni, belki de dürüstlüğüdür. Karakterlerim ne kusursuz kahramanlar ne de karikatürize edilmiş figürler. Onlar, aslında hepimizin yakından tanıdığı, aynada gördüğümüz insanlar. Okur, Nathan’ın ya da Bay Cenavi’nin hikâyesinde kendi yalnızlığını, özlemini ya da mucize arayışını bulmuş olabilir. Samimi olmak, gerçeği söylemek ve bunu özgün bir edebiyat diliyle yapmak. Sanırım tüm bunlar ve belki daha fazlası okurun yüreğine ulaştı.
Bekleme Odası’nın, sanki okurun omzuna dokunan yakınlıkta sahici bir yanı var. Etkisinde kaldığımı hatta uzun bir süre etkisinden çıkamadığımı söylemeliyim. Karakterler o kadar gerçek ki, hepimizin zaman zaman yaşamın içinde sıkıştığımız anları oluyor. Bekleme Odası, Serhat Kaya’yı ne kadar yansıtıyor ya da yansıtıyor mu?

Yazan bir insan için, yazdıklarının okurun omzuna dokunduğunu, hatta uzun süre etkisinden çıkılamadığını duymak çok güzel. Bekleme Odası’nın karakterlerinin bu kadar gerçek bulunması, sanırım onların insan ruhunun en çıplak hallerinden doğmuş olmasından kaynaklanıyor. Hepimiz, hayatın içinde sıkıştığımız, nefes almakta zorlandığımız, bir çıkış aradığımız anlar yaşıyoruz hem de sıkça. Bu roman, o anların net bir yansıması; bir anlamda, hepimizin zihinlerimizde oluşturduğumuz bekleme odalarındaki öz hikâyelerini anlatıyor. Bekleme Odası’nın Serhat Kaya’yı ne kadar yansıttığına gelince… Doğrusu, bu soruya hem “çok” hem de “hiç” demek istiyorum. Çok, çünkü her yazar yazarken kendinden bir parça bırakır; hayallerim, korkularım, sorgulamalarım, belki de kendi bekleme odalarımda geçirdiğim zamanlar bu satırlara sızmıştır. Karakterlerin hissettiği yalnızlık, umut ya da bir mucizeye tutunma arzusu, benim de mutlaka bir şekilde dokunduğum duygular. Ama aynı zamanda hiç, çünkü Bekleme Odası sadece benim hikâyem değil; o, okurun, sizin, hepimizin hikâyesi. Nathan’ın ya da diğer karakterlerin yaşadıkları, benim kişisel deneyimlerimden çok, var oluştan bu yana insan olmanın ortak deneyimlerine dayanıyor. Yazarken, kendi içimden yola çıktım ama varmak istediğim yer, evrensel bir insanlık hikâyesiydi. Sanırım bu yüzden, okurken omzunuza dokunan o sahicilik, hepimizin paylaştığı bir duygudan, gerçek bir yaşanmışlık ya da yaşanabilirlik kaynağından geliyor.
Altını çizdiğim o kadar çok satır var ki! Mesela benim için, Oliver Andre Nathan için Bay Cenavi ile karşılaşması Nathan’ın mucizesiydi. “Hayat gerçekten mucizelerle dolu.” 179. S. Buradan yola çıkarsak, siz mucizelere inanır mısınız ya da inanmalı tavsiye eder misiniz?
Bu güzel alıntıyı hatırlatmanız, Bekleme Odası’nın satırlarının okurların yüreğinde nasıl bir iz bıraktığını gösteriyor; teşekkür ederim. Nathan ile Bay Cenavi’nin karşılaşması, evet, romanın kalbindeki o “mucize” anlarından biri. Bu, sadece bir tesadüf değil, hayatın beklenmedik anlarda bize sunduğu bir tür hediye. Mucizelere inanıp inanmadığım sorusuna gelince… İnanırım, ama belki alışılagelmiş anlamda değil. Bence mucizeler, imkânsız gibi görünen bir olayın gerçekleşmesi değil; daha çok, hayatın sıradan akışında, tam da ihtiyacımız olan bir anda karşımıza çıkan bir insan, bir söz ya da bir his. Nathan’ın Bay Cenavi ile karşılaşması, işte böyle bir mucize; farklı ülkelerin farklı kültürlerinden iki insanın yollarının kesişmesiyle, birbirlerinin hayatına dokunmaları, belki de farkında olmadan birbirlerini dönüştürmeleri. Bu, benim için mucizenin tanımı: Hayatın, tam umudu yitirdiğimiz yerde bize uzattığı bir el. İnanmayı tavsiye eder miyim? Kesinlikle. Ama bu, körü körüne bir beklenti değil; hayata açık olmak, küçük anların, tesadüflerin ve karşılaşmaların büyüsüne inanmak. Çünkü Bekleme Odası’nı yazarken aşina olduğum bir olguya yeniden rastladım; mucizeler genellikle en beklemediğimiz yerlerde, en sade anlarda saklı. Okurlarıma da şunu söylemek isterim: Hayatın mucizelerine kapınızı aralık bırakın; kim bilir, belki bir sonraki karşılaşmanız, sizin Bay Cenavi’niz olur.
2024 Türkiye Kitap Okuma İstatistikleri, Tüik ve Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayıncılar Birliği tarafından açıklandı. Verilerin ışığında maalesef ülkemizin %73’ü kitap okumuyor. Haftada 3 saat kitap okuyoruz. Sizce edebiyatın yüzü neden soğuk? Neden üvey evlat gibi?
Paylaştığınız rakamlar açıkçası hem düşündürücü hem de yürek burkucu. Haftada sadece 3 saat kitap okumak, bir toplumun edebiyatla, dolayısıyla kendi hayal gücüyle, duygularıyla ve düşünceleriyle kurduğu bağın ne kadar sınırlı olduğunu ortaya koyuyor. Ancak, edebiyatın “soğuk” ya da “üvey evlat” gibi algılanmasının ardında yatan nedenleri sorgularken, suçlu aramak yerine, bu durumu doğuran koşulları anlamaya çalışmalıyız. Edebiyatın yüzünün soğuk bulunmasının bir nedeni, belki de nitelikli olanına ulaşmanın giderek zorlaşması. Ayrıca, eğitim sistemimiz okuma sevgisini bir angarya gibi sunabiliyor. Çocuklar ve gençler, sınav odaklı bir müfredatta edebiyatla tanışmak yerine, test sorularıyla boğuşuyor. Bunun ötesinde, teknolojinin hızı ve sosyal medyanın cazibesi, dikkatimizi kısa, yüzeysel içeriklere çekiyor. Kısa bir video, bir romanın sayfalarına dalmaktan daha kolay görünebiliyor. Ama bu, edebiyatın değerini azaltmıyor; aksine, ona daha çok ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Edebiyat, bizi yavaşlatır, derinleştirir, kendimizle ve dünyayla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Bekleme Odası’nı yazarken, tam da bu bağı kurmayı hedefledim: Okuru bir an için durdurmak, ona kendi içindeki bekleme odalarını fark ettirmek. Edebiyatın “üvey evlat” gibi görülmesinin bir diğer nedeni, belki de toplumsal önceliklerimiz. Kültür ve sanat, genellikle ekonomik ya da siyasi meselelerin gölgesinde kalıyor. Oysa bir toplumun ruhu, edebiyatla, sanatla nefes alır. Türkiye’nin zengin kültürel mirası, hikâyeleri, duyguları edebiyatta yaşıyor; ama bu mirası yaşatmaktan toplum olarak sorumluyuz. Kütüphaneleri doldurmak, kitap fiyatlarını daha erişilebilir kılmak, okuma kültürünü aileden, evin içinden başlatarak yaygınlaştırmak… Bunlar, edebiyatın yüzünü ısıtacak adımlar. Umutsuz değilim. Bekleme Odası’nın okurlardan gördüğü sevgi, insanların hâlâ hikâyelere, duygulara, edebiyata duyarlı ve iştahlı olduğunu gösteriyor.
“İnsanın okuduğu kitaplar bir yerden sonra içine sığmaz ve mutlaka dışarıya taşar. Ve bu taşma, kâinatta var olan en güzel taşma halidir.” Bekleme Odası, 198. s. Bu satırlar yine son kitabınızdan. Edebi yolculuğunuzda sizi dolduran, sonra da taşıran, ‘artık kalemi elime alıp, kendi sesimi duyayım, duyurayım.’ dedirten kitap hangisidir. Elbette tek kitap ile sınırlandırmak mümkün değil ama önce okurunuz olarak sonra da bunu benim gibi merak eden okurlarınız adına soruyorum.

Okuduklarımız, içimizde birikir, bizi şekillendirir ve bir noktadan sonra kimimizin eline gitarı, kimimize fırçayı kimimizeyse kalemi aldırır; düşündüklerimiz bir noktadan sonra dışımıza çıkma gereksinimi duyabilir. Sizin sorduğunuz, beni o kalemi elime almaya iten kitap ya da ilham neydi? Doğrusu, bunu tek bir kitaba indirgemem doğu olmaz, çünkü yazma dürtüm, bir kitabın ötesinde, hayatın ve edebiyatın birikiminden doğdu. Çocukluğumdan beri, Yaşar Kemal’in Çukurova’nın toprağını kokutan satırları, Marquez’in büyülü ama bir o kadar gerçek dünyaları, Faulkner’ın insan ruhunun karmaşasını didik didik eden kalemi, Camus’nün varoluşsal sorgulamaları, Çehov’un sıradan anlardaki derinliği, Aziz Nesin’in mizahla örülü toplumsal eleştirisi, Haldun Taner’in hikâyelerindeki zarif insan gözlemi, Pessoa’nın benliğin bin parçaya bölünmüş halleri, Stendhal’ın tutkulu karakterleri ve Livaneli’nin hem müzik hem edebiyatla ruhumuza dokunan evrensel eserleri… Hepsi, içimde biriktiler muhakkak. Ama yazmamı sağlayan şey, sadece bu büyük ustaların eserleri değil; onların bana öğrettiği bir hakikat: Edebiyat, hakikatten uzaklaşıp sonra ona daha yakından bakmanın, aynayı kendine ve topluma tutmanın çok ahlaklı bir yolu. Yazma dürtüm, “sıra bende” gibi bir hırs ya da yarış değil; daha çok, toplumun içindeki o mutsuzluk, gerginlik, hatta çürüme dediğimiz şeyin bir yerden kırılması gerektiğine olan inancım. Bekleme Odası’nı yazarken, bireyin yalnızlığını, acısını, umudunu anlatmak istedim; çünkü inanıyorum ki, bir toplumun tüm paydaşlarıyla pozitif reaksiyon göstermesiyle gerçek anlamda iyileşebilir. Hepimiz, bazen kendi bekleme odalarımızda sıkışıp kalıyoruz; ama bir şarkı duyuyor, bir film izliyor ya da bir hikâye, bir satır, bir karakter çıkıyor karşımıza ve kendimize dönüp “aynaya baksana” deme cesareti buluyoruz. Bana ilham veren ve kalemi elime aldıran majör nüans, hakikate daha yakın durma ve başkalarını da bu yolculuğa davet etme isteğiydi.
Birçok yazarın en çok istediği şeyler birisi de ülkemizin medar-ı iftiharı, aydınlık yüzü, büyük yazar Zülfü Livaneli’nin övgüsüne mazhar olmak olabilir. Aslında bununla alakalı sormak istediğim çok şey var ama siz bizim bilmemiz gereken şeyleri anlatırsanız sevinirim. Ona yakın olmak, onu doğru hissetmek nasıl bir duygu ve en çok merak ettiğim; ustanın sizin eserinizle ilgili övgüsü size neler hissettirdi, duygu olarak, bundan sonra yazacağınız tüm kitaplar ve sorumluluk olarak?
Zülfü Livaneli’nin övgüsüne mazhar olmak, başka bir yazar için ne anlama gelirdi bilmiyorum lakin benim için büyük bir onurdan daha fazlası, aynı zamanda tatlı ama ağır bir sorumluluk. Livaneli, Türk edebiyatının ve kültürünün yalnızca bir yazarı değil; o, bir kuşağın, hatta kuşakların sesi, vicdanı, umudu. Onun eserleri sadece hikâyeler anlatmaz; insanlığın ortak yaralarına, sevinçlerine, mücadelelerine koca bir meydan olur. Böylesi bir ustadan, Bekleme Odası için “edebi bir panorama” gibi bir övgü almak, derin bir tatmin hissi uyandırdı içimde. Livaneli’ye fikren dahi yakın olmak, bir yandan ilham verici, bir yandan da ürkütücü. İlham verici, çünkü onun üretimleri, duruşu, hepimize cesaret aşılar; hakikati söylemekten korkmamayı, insanı ve toplumu anlamaya odaklanmayı öğretir. Ürkütücü, çünkü onun gibi bir ismin övgüsü, yazdıklarınızın sadece bir hikâye olmadığını, bir sorumluluk taşıdığını hatırlatır. Bekleme Odası’nı yazarken, gerçekten de insan davranışlarının evrensel izlerini sürmeye çalıştım; Nathan’ın, Bay Cenavi’nin ya da diğer karakterlerin hikâyelerinde, hepimizin bekleme odalarındaki o tanıdık duyguları, ülkemizin dışında, başka bir coğrafyada ama bizim yakından tanıdığımız bir sıcaklıkla anlatmak istedim. Livaneli’nin bu çabayı görmesi, “doğru yoldasın” demesi gibiydi; ama aynı zamanda, “bu yolda daha dikkatli, daha cesur olmalısın” mesajını da hissettirdi. Büyük bir ustanın gözünde yazdıklarımın bir yankı bulduğunu bilmek, bir yazar için paha biçilmez. Onunla aynı edebi mirası paylaşmak, yazan bir insan için hem bir lütuf hem de bitmeyen bir yolculuk.
Sizinle söyleşi yapmadan önce farklı zamanlarda sizinle yapılmış söyleşileri de okudum. Bugün de onlarda gördüğüm bir şeyi fark ettim. Az önceki soruya cevabınızda da vardı; “yazan bir insan için…” Kendinizden bahsederken sanki bilinçli olarak yazar demiyor, yazan bir insan diyor gibisiniz, yanılıyor muyum?
Güzel tespit Bilge Hanım, yanılmıyorsunuz. Elbette literatürde yaptığım işin adı yazarlık, pasaportumda da böyle yazıyor ama şunu göz ardı edemem. Biraz önce birçok yazarın adını andım bir sorunuza yanıt verirken. Şimdi o insanlara, mesela Tolstoy’a, Orhan Kemal’e, Kafka’ya bir platformda yazar denirken bana “yazan” denmesi daha evla gibi geliyor bana. Bugün yayımlanmış 7 kitabım var fakat 77 kitabım da olsa ben aynı şeyi düşüneceğim, çünkü o isimler benim için hep büyük yazarlar, adı edebiyat olan bir okyanusta yolumu aydınlatan büyük kültür fenerleri olarak var olacaklar ve ben onların yanında hep yazan bir insan olarak kalacağım, bundan da mutluyum.

Benim için okuduğum kitaplarda karakterler, içerikler ve olay örgüleri kadar zaman ve mekân kavramı da çok önemlidir. Mesela, Yaşar Kemal’i öyle severim ki sırf onun kitaplarının varlığı bile beni Adana’ya yolculuk yapmaya koşulladı. Bazen izlediğimiz bir filmle bazen bir kitapla bilmediğimiz şehirlerin peşine düşeriz, belki sırf bir yazar belki bir kitabın duygusu için şehirler bizi çağırır. Sizi Fransa çağırdı mı? Merak ediyorum neden Fransa?
Sorunuz edebiyatın en güzel yanlarından birine dokunuyor: Mekânın, bir hikâyeyi sadece bir fon değil, adeta bir karakter gibi sarıp sarmalaması. Yaşar Kemal’in Çukurova’sının sizi çağırması gibi, bazen bir kitap, bir yazar, hatta tek bir satır, bizi bir şehrin sokaklarına, kokusuna, ruhuna çekebiliyor gerçekten. Bekleme Odası için Fransa, özellikle Paris, tam da böyle bir çağırıştı benim için; ama bu, sadece bir mekân seçimi değil, hikâyenin ta kendisiyle iç içe bir yolculuktu. Paris, sadece kartpostallardaki romantik sokaklar ya da Seine nehrinin sakin akışı değil; aynı zamanda milyonlarca farklı insan hayatının dönüm noktalarının, kesişim yerlerinin kenti. Paris, bu romanda bir dekor değil; karakterlerin duygularını, çatışmalarını, mucizelerini yansıtan bir gökyüzü gibiydi. Beni Fransa’ya çağıran ise yazan biri olarak, insan ruhunun evrensel hikâyelerini anlatmak için hem tanıdık hem yabancı bir mekân arıyordum. Paris, bu ikiliği fazlasıyla sunuyor: Herkesin hayallerinde bir Paris var, ama aynı zamanda kimse o şehri tam olarak tanıyamaz. Bekleme Odası’nı yazarken, Paris’in sokaklarında yürüdüm, o havayı soludum; ama asıl çağıran, fiziksel bir şehirden çok, insanlığın ortak hikâyelerinin buluştuğu bir ruh haliydi. Bir sokak lambasının ışığında durup düşünen bir karakterin, ya da bir yabancıyla tesadüfen kurulan bir sohbetin, o şehirde farklı bir anlamı var. Okurların da sizin gibi, bu Parizyen duyguyu net hissetmesi, sanırım bu seçimin doğruluğunu gösteriyor.
“Belki sen hissetmiyordun ama benim de en az senin kadar biriyle konuşmaya ihtiyacım vardı…” 197. S. İşte bu, beni en çok etkileyen alıntılardan bir tanesiydi. Tüm insanlar için evrensel kavramlar ve olgular vardır, din, dil, sınıf, güç, cinsiyet, gelişmişlik, geri kalmışlık fark etmeksizin herkes için benzeşen ortak duygular. Ama biz bazı acıları ilk kez ve sadece kendimiz yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Bencillik mi yapıyoruz acaba? Ve bazı insanları gözümüzde büyütürüz, mesela Bay Cenavi karakteri. O da bir insan ve onu sunuş şeklinize bakarak yanından yöresinden acının ve hüznün geçmediği bir karakter ve insan böyle güçlü bir insanla karşılaşınca her şeyi anlatmak isteyebilir. Bu alıntının bize verdiği çok derin mesaj var. Yanılıyor muyum?
Seçtiğiniz alıntı, tam da insan olmanın o kırılgan, evrensel özünü yakalamaya çalıştığım anlardan bir tanesi. Bu söz, yalnızlığın, bağlantı kurma arzusunun ve hepimizin içindeki o sessiz çığlığın bir yansıması. Sizin de hissettiğiniz gibi, bu alıntı, sadece bir karakterin değil, hepimizin bir şekilde paylaştığı bir duyguyu taşıyor. Evrensel duygulara gelince, haklısınız: Din, dil, sınıf ya da başka hiçbir fark, insan ruhunun ortak deneyimlerini değiştirmiyor. Hepimiz sevgi, kayıp, yalnızlık ya da bir başkasıyla gerçekten anlaşılma özlemi gibi duyguları paylaşıyoruz. Ama ilginçtir, acıyı yaşarken, bazen sanki dünyada bunu ilk ve tek yaşayan bizlermişiz gibi hissediyoruz söylediğiniz gibi. Bencillik mi bu sorunuza yanıtım evet, belki biraz bencilliktir. Ama bence bu, bencillikten daha çok, insan doğasının bir parçası. Acı, o kadar kişisel, o kadar içimize işliyor ki, bir an için kendimizi evrenin merkezinde sanıyoruz. Karakterlerimin her biri, kendi acılarında yalnız olduklarını sanıyor, ama bir noktada, bir başkasıyla konuşmanın, bir başkasının gözlerine bakmanın gücüyle, o yalnızlığın evrensel olduğunu fark ediyorlar. Bay Cenavi’ye gelince… Evet, onu gözümüzde büyütmek çok kolay, değil mi? Çünkü o, sadece bir insan değil; aynı zamanda bir bilgelik, bir sığınak gibi. Onu yazarken, Bay Cenavi’nin gücünü, kusursuzluğundan değil, kendi yaralarını taşıyabilme cesaretinden aldığını düşünüyordum. Onunla karşılaşan bir karakterin, mesela Nathan’ın, her şeyi anlatmak istemesi, tam da bu yüzden. Hepimizin konuşmaya, anlaşılmaya ve görülmeye ihtiyacı var. Ve bazen, bir başkasının hikâyesini dinlerken, kendi hikâyemizi de yeniden daha adil olarak keşfediyoruz.
“Bazen sırf gitmenin kendisi bile insana çok iyi hissettirebiliyor.” S. 157
“Gitmek” çok katmanlı bir kelime. İlla bir şehirden gitmeyiz. Bir insandan, bir idealden, bir inançtan… İnsan her olgudan gidebilir. Peki, Serhat Kaya bu kitabı ve diğer kitaplarını yazarken gitti mi?
Bahsettiğiniz alıntı insan ruhunun o derin arzusunu, bir şeyleri geride bırakıp yeniye doğru adım atmanın büyüsünü anlatıyor. Haklısınız, “gitmek” çok katmanlı bir kelime. Nathan gibi karakterlerin hikâyelerinde bu “gitme” hali, doğrudan içsel bir dönüşüm olarak kendi içinde bir yolculuğa çıkmaya işaret ediyor. Peki, ben “gittim” mi? Evet, hem de defalarca. Yazmak, zaten başlı başına bir gitme hali. Bekleme Odası’nı yazarken, günlük hayatın gürültüsünden, beklentilerden, hatta kendi korkularımdan uzaklaştım. Paris, romanın geçtiği şehir, benim için sadece fiziksel bir mekân değil, aynı zamanda zihinsel de bir uzaklaşmaydı. Ama asıl “gitme” daha derinde oldu: Yazarken, eski bir Serhat’tan, belki de kendime koyduğum sınırların bir kısmından uzaklaşıyorum. Bekleme Odası’nı yazarken, karakterlerimle birlikte ne mutlu ki ben de “gittim.” Onların umut arayışlarından, yarım kalmış hayallerinden geçerek, insan olmanın o evrensel yollarında tekrar yürüdüm. Gitmek, bazen iyi hissettirdi, evet; ama daha çok, gerekli hissettirdi. Sanki bir şeyleri geride bırakmazsam, o hakikate, sahici hikâyeye asla ulaşamayacakmışım gibi.
“Ben okumuyorum. Çünkü kimsenin etkisinde kalmak istemiyorum yazarken…” Bazı yazarlardan zaman zaman duyduğumuz bu sözlere, sizin önce bir okur olarak sonra da yazar olarak yorumunuzu merak ediyorum. Çünkü Edebiyat camiasında kabul gören ve tavsiye edilen şey iyi bir yazar olmak istiyorsanız çok fazla kitap okuyun değil midir?
Bana göre edebiyat üretip paylaşmak kadar, bir nevi birikimdir de; bir yazarın iç dünyası, okuduklarıyla, dinledikleriyle, yaşadıklarıyla şekillenir. Okumadan yazmak, sanki bir bahçeye tohum ekmeden çiçek beklemek gibi geliyor kulağa. Ama bu sözü söyleyen yazarların kaygısını da anlıyorum: Kendi seslerini bulmak, özgün olmak, başka bir kalemin gölgesinde kalmamak. Okuduğu ya da izlediği bir içerikten zihnine bir düşüncenin, bir duygunun ataçlanması, çağrışımın ötesine geçip öykünmeye dönüşebilir endişesi. Tabii bu durum kendi tarzını henüz keşfetmemiş, kendi beğenilerine ve duyularına hâkim olmayanlar için daha olasıdır. Düşünsenize, eşinize çok sadıksınız ama ne şekilde? Yolda gördüğünüz kadınların yüzüne asla bakmayarak. Bu sizce sağlıklı mı? Sadakat böyle sağlanabilir mi? Bence mümkün değil. Mümkün bile olsa sevmenin doğasına aykırı. Başkalarından etkilenmemek adına izlememek ya da okumamak da aynı bunun gibi geliyor bana. Muhakkaktır ki, okuduklarım, dinlediklerim ve izlediklerim beni bugün ki ben yapan nüanslar arasındalar. “İyi yazar olmak için çok okuyun” tavsiyesi, boş bir klişe değil; bir gerçek. Okumak, sizi başka yazarların kopyası yapmaz; aksine, kendi sesinizi bulmanız için elinize bir pusula verir. Okumaktan korkmayın. Başka sesler, sizi susturmaz; aksine, kendi şarkınızı daha berrak söylemenizi sağlar. Okumak, bir yazarın yalnızlığını paylaşması ve aynı zamanda başka hikâyelerle kendi düşünce dünyasını zenginleştirirken özgünleştirmesinin de en verimli yollarından. Edebiyat, bir zincir; her yazar, o zincire kendi halkasını ekler, ama o zinciri tanımadan, ona dokunmadan, kendi halkanızı da tamamlayamazsınız.
Son olarak, kitaptaki ana karakter olan Nathan, hikâyeden öğrendiğimiz üzere evliliği bitmiş, boşamış bir erkek karakter. Buradan yola çıkarak ülkemizdeki kadın cinayetleri ile ilgili söyleyecek sözleriniz olduğuna inanıyorum. Ve bildiğim kadarıyla yakında çıkacak yeni kitabınız Nadide Adalet’te de bir kadın hikayesi anlatıyorsunuz. Bu konu ilerisi için başlı başına yeni bir söyleşi konusu, fakat yine de şunu sormak istiyorum: Erkekler neden kendilerini istemeyen, sevmeyen kadınları; zorlayarak, korkutarak veya tehditlerle hayatlarında tutmak ister?

Bu soru, Roman yazan biri olarak değil, bir insan olarak da beni derinden sarsıyor. Bekleme Odası’nda Nathan’ın evliliğinin bitmiş olması, onun hikâyesinin sadece bir parçası; ama bu, onun içsel yolculuğunun, yalnızlığının ve belki de kendi hatalarıyla yüzleşmesinin bir yansıması. Ama ne yazık ki, gerçek hayatta, özellikle ülkemizde, ayrılık hikâyeleri çoğu zaman bir trajediye dönüşüyor. Kadın cinayetleri, bu trajedinin en acı, en kabul edilemez yüzü. Türkiye’de kadın cinayetleri, sadece bir istatistik değil; her biri bir hayat, bir hikâye, bir yitip gitmiş umut. Çoğu zaman bu cinayetlerin gerekçesi, kadının kendi hayatına dair bir karar alması: Boşanmak istemesi, bir ilişkiyi reddetmesi ya da sadece kendi yolunu seçmesi. Erkekler, neden kendilerini istemeyen, sevmeyen kadınları zorla, korkutarak, tehditlerle hayatlarında tutmak istiyor? Bu sorunun cevabı, bireysel bir sapkınlıktan çok, toplumsal bir zihniyetin, ataerkil bir kültürün derin köklerinden palazlanıyor. Bir kadın “hayır” dediğinde, ayrılmak istediğinde ya da kendi hayatını seçtiğinde, bu bazı erkekler için bir reddedişten öte, onların “erkeklik” algılarına bir tehdit gibi algılanıyor. Kadınlar, modern hayatın gerektirdiği özgürlüğü, bağımsızlığı talep ettikçe, bazı erkekler bu değişime ayak uyduramıyor ve öfkelerini, güçsüzlüklerini, şiddete dönüştürüyor. Bu, bir kadını sevgiyle tutmak değil; onun iradesini, varlığını yok sayarak bir egemenlik kurma çabası. Ülkemizde koruyucu yasalar var, ama uygulanmasındaki zaaflar, kadınları tehdit altında bırakıyor. Uzaklaştırma kararları sıklıkla kâğıt üzerinde kalıyor, failler yeterince cezalandırılmıyor ve bu durum şiddeti cesaretlendiriyor. Gerçek anlamda sevgi, sevdiğinin yararına olacaksa bırakabilmeyi gerektirir; bir insanı tehditlerle, korkuyla tutmak, sevgi değil, bir tahakküm arzusudur. Yeni romanım Nadide Adalet’te, bir kadının hikâyesini anlatırken, bu soruların peşine düştüm. Mahsa Amini’ye ve farklı zamanlarda öldürülen kadınlara adadığım bu kitap, bir kadının kendi adaletini arama çabasını, direncini ve gücünü yansıtıyor. Kadın cinayetlerinin, şiddetin gölgesinde, bir kadının kendi yolunu çizme hakkının varlığının reddedilemez olduğunun altını kalın kalın çizmek için yazdım bu kitabı. Bu roman, başlı başına bir söyleşi konusu, evet; ama şunu söyleyebilirim: Erkeklerin bu zorlayıcı, tehdit edici tavrının kökü, sadece bireysel değil, toplumsal bir dönüşümle değişebilir. Eğitimle, eşitlikçi bir zihniyetle, kadınların ekonomik ve sosyal gücünü artırarak, yasaların gerçekten uygulanmasıyla… Umarım, bir gün, hiçbir kadın kendi iradesini seçtiği için korkuyla yaşamak zorunda kalmaz; hiçbir hikâye, bir cinayetle sonlanmaz.
Serhat Bey, kitaplarınızı büyük bir keyifle okumuş bir okurunuz olarak, söyleşi yapma teklifimi kabul etmeniz benim için çok değerli ve anlamlıydı. Edebiyata dünyasına kazandıracağınız yeni eserlerinizle, yine ve daima edebiyatın gölgesinde nice ödüllere layık görülmenizi diliyor, sorularıma verdiğimiz tüm içten yanıtlar için de size gönülden teşekkür ediyorum. Okurunuz bol, kaleminiz kuvvetli olsun.
Rica ederim, bilakis, hayata ve edebiyata dair birçok önemli konuyu zihin katalizörünüzden böylesine lezzetli ve sağlıklı bir biçimde geçirip soru demeti olarak sunmayı başardığınız için ben size teşekkür ederim. Tüm Kırıkkale halkına ve kitap severlere sevgi ve hürmetle.