Pazartesi, Ekim 27, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Cahide

“Benden herkes bir şey alır, ama beni benden alamazlar.”

Ben Cahide,
Cahide Serap, nam-ı diğer Cahide Sonku.

Pırlantalarla kaplı yer ile yıldızlarla kaplı gök arasında yaşamış, o yıllarda değil bir kadının, bir erkeğin bile cesaret edemeyeceği işlere kalkışmış olan Cahide…

27 Aralık 1919’da, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Yemen’in başkenti San’a’da gözlerimi açtım hayata. Babam bir subaydı. Yemen Osmanlı’dan ayrıldığı için ailemle İstanbul’a dönmüştük ve Paşa dedemin Fatih’teki konağına yerleşmiştik. Daha o yıllarda çeşitli zorluklar musallat olmuştu hayatımıza. Babam, çapkınlıkları yüzünden eve uğramaz olmuştu; kendi dünyasında, kendi hayatını yaşıyordu. Annem, iki yabancı olarak sürdürdükleri bu evliliği bitirme kararı almış ve kısa süre sonra ayrılmışlardı. Ablam da babamla gidince, annem ve ben hayata tutunmak için çabalamak zorunda kalmıştık.

Hayatımda yaşadığım iki büyük yangınla sefaleti görmüş oldum. İlki, oturduğumuz eski konağın yanıp küle dönüşmesiyle olmuştu. Bu büyük yangına rağmen yine de hayata dört elle tutunup hayallerimin peşinden gitmeye çalıştım. Pes etmek benim kişiliğimde yoktu — en azından o yıllarda.

Sanata büyük bir ilgim vardı. Benim için sanat büyülü bir dünyaydı; içimde o dünyanın bir parçası olduğumu hep hissediyordum. Bir gün gazetede konservatuvara sınavla öğrenci alınacağı haberini gördüm. Seçmelere katıldım; benim heyecanımı ve yeteneğimi fark eden hocalarım okula kabul ettiler. Artık hayallerime bir adım daha yaklaşmıştım. Küçük bir kızın o yıllarda böyle hayaller kurması, bu hayaller için çabalaması çoğu insan tarafından tuhaf karşılanıyordu. Henüz birinci sınıftayken tiyatrolarda, operetlerde küçük de olsa roller almaya başladım. Yaşım, tıpkı Cumhuriyet gibi henüz çok gençti.

O yıllarda ülke kabuk değiştirmişti. Gazi Mustafa Kemal Paşa sayesinde medeniyetin ve özgürlüğün anlamı halkın zihninde oluşmaya başlamış; yapılan devrimler, benim gibi birçok kadının hayallerine kavuşması için fırsatlar tanımıştı.

Kıymetli hocam Muhsin Ertuğrul bendeki yeteneği görmüş olmalı ki yönettiği “Yedi Köyün Zeynep’i” oyununda bana küçük bir rol verdi. O günlerde başka bir temsilde daha küçük bir rol almıştım. Rolüm küçüktü ama ben tüm provalara katılıyor, diğer rollerin repliklerini de ezberliyordum. Bir temsilde başrol oyuncusu geç kalınca onun yerine sahneye ben çıktım. Gösterdiğim başarı dikkatleri çekmişti.

Zaman geçtikçe farklı oyunlarda halkın karşısına çıkıyor, onların beğenisini topluyordum. İstanbul Belediye Konservatuarı’nı bitirdiğimde artık sahnelerin aranan ismi olmuştum. Para da kazanıyordum. Tam “rahata eriyoruz” dediğim bir zamanda, 1937 yılında sahneye çıkacağım gün annemi kaybettim. İçim kan ağlıyordu; hayatta tek dayanağım, biricik annem vefat etmişti. Ama sanata ve seyirciye olan saygım bana, “Bir sanatçı ne yaşarsa yaşasın, sahneye çıkmak zorundadır.” diyordu.

Hiç durmadım. Çok çalıştım. Bir başıma da olsa hayata tutunmaktan, mesleğimden asla vazgeçmek istemiyordum.

Sinemada tanınan bir yıldız olmam “Söz Bir Allah Bir” filmiyle oldu. Ah, ne yıllardı! Peşimde pervane olan insanlar, hayranlarım, evlenmek isteyenler… Büyülü bir dünyadaydım sanki. “Aysel, Bataklı Damın Kızı” filmiyle de artık beni tanımayan, ismimi duymayan neredeyse kalmamıştı. Filmde taktığım eşarp bile kadınlar arasında moda olmuştu.

O yıllarda sadece oyunculukla yetinmek istemediğim için yönetmenlik koltuğuna da oturmaya karar vermiştim. Yıldız dergisinin 1951 yılında açtığı yarışmada, benim de yönetmenleri arasında bulunduğum “Vatan ve Namık Kemal” filmi “En İyi Film”, ben de “En İyi Kadın Oyuncu” seçilmiştim.

Şöhretimin büyüsüne kapılarak hayatıma giren erkekler, benden beyaz perdede gördükleri ihtiraslı kadın olmamı istiyorlardı. Gerçek Cahide, bir süre sonra onları düş kırıklığına uğratıyordu. Bazıları kısa süreli gönül ilişkisi olurken, bazı isimler de ömrümce ruhumdan silinmeyecek izler bırakıyordu. Parseğ Gevrekyan’la tanışıp aramızda duygusal bağ kurulduğunda ortalık ayağa kalkmıştı: “Müslüman bir kadın nasıl olur da gayrimüslim bir adamı sever?” diyorlardı. Şehir Tiyatroları bile beni kovmakla tehdit ediyordu. Nihayet, sonunda dediklerini yaparak beni kadro dışı etmişlerdi. Muhsin Ertuğrul Beyefendi çok çabalamasına rağmen baskılar karşısında elimiz kolumuz bağlı kalmıştık.

Ayrıldık, başka birisiyle evlendim, aldatıldım… Ama hiç yılmadım. Dünya yeni ve büyük bir savaşla çalkalanıyorken, ben çok sevdiğim mesleğime dört elle tutundum. Bana “Bir kadın asla yapımcı olamaz, yapamazsın.” demelerine aldırmadım ve Sonku Film adlı yapım şirketini kurdum. Hemen ardından da “Fedakâr Ana” filminin yapımcılığını üstlendim. Böylece Türkiye’nin ilk kadın film yönetmeni olduğum gibi, ilk film yapımcısı da olmuştum. Bu yıllarda bir kız çocuk dünyaya getirdim ama ne yazık ki ona layık bir anne olamadım.

1954’te Zeki Müren’le birlikte “Beklenen Şarkı” filminde rol aldım. Bu film, Zeki Müren’in ilk filmiydi ve büyük ses getirmişti. Gişe rekorları kıran film haftalarca gösterimde kaldı.

Hayat, benim için çalkantılarıyla sürüp giderken sonumu hazırlayan ikinci yangın felaketini yaşadım. 1963’te Sonku Film’in deposunda, sebebi “bilinmeyen” bir yangın çıktı ve bu yangında tüm negatif filmler, dekorlar ve malzemeler kül oldu. O gece her şeyimi kaybettim ben — servetimi, emeğimi, hayallerimi…

Bitmiştim; hem maddi hem manevi olarak her şeyimi tüketmiştim. Bu benim için büyük bir yıkımdı.

Yavaş yavaş alkolün esiri olmaya başlamıştım. Haldun Dormen beni sahneye dönmeye ikna etmişti; Muhsin Bey ise yeniden Şehir Tiyatroları’nın kadrosuna aldırmıştı. Büyük bir yıldızın kayıp gitmesine dostlarımın vicdanı el vermiyordu. Sahneye çıkmama rağmen seyircinin gözünde eski itibarımı da kazanamamıştım.

1979’da, Sinema Yazarları Derneği bana özel bir ödül vermek istedi. Ben o sırada meyhanede, alkol şişelerinden destek alarak kendimi ve yaşadığım felaketleri unutmaya çabalıyordum. Bana inanan, yeteneğime saygı duyan dostlarım çırpınıyorlardı. Ödül törenine gitmemiştim ama yazar dostum Atilla Dorsay izimi bulmuş ve ödülümü bana meyhanede takdim etmişti.

Kurtulamıyordum. İsmim, o yerleştiği zirveden dibe çakılmış; ben de toprağın karış karış altına girmiştim. Ama artık çıkmak da istemiyordum. Tüm param bitmişti. O kadar yoksullaşmıştım ki ispirto içmeye başlamıştım. Bir de nereden bulduğumu bilmediğim, sanırım bastırılmış sesimi duyurmak için kullandığım bir düdüğüm vardı. Sokaklarda hem içiyor hem de isyanımı bu düdüğün sesiyle herkese haykırıyordum.

Artık arkamdan -şöhret olduğum için değil, deli olduğum için- gülerek, dalga geçerek geliyordu insanlar. Sanki o topuklu ayakkabılarından şampanyalar içilen Cahide ben değildim. Yoluna pırlantalar dökülen, uğruna malından hatta canından vazgeçilen, bir defa olsun eline dokunabilmek için kırk takla atan o güzel kadın, büyük yıldız Cahide ben değildim. Artık aklını oynatmış, alkolik ve bitmiş bir kadındım.

1981 yılında hayata gözlerimi kapattım. Ama eminim ki yaşadığım felaketler olmasaydı, son nefesimde bile sahnede gerçek bir yıldız olarak parlayacaktım.

Dedim ya, ben Cahide!
Cahide Serap, nam-ı diğer Cahide Sonku.

POPÜLER YAZILAR