Yuvayı dişi kuş yapar, biliriz. En azından, sayısı dünyadaki kuşların yarısından fazla olan ötücü kuşlarda (passeriformes) böyledir. Evrimin doğası gereği insan türü için de aynı gerçekliğin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Dirlik erilden, düzen dişilden gelebilir, buna da itirazımız olmaz. Yaşama can katmaya, alanları yaşanabilir kılmaya, güzelleştirmeye ve o yaşamı katman katman büyütmeye, genişletmeye hangi kadın itiraz eder. Doğamızda var! Peki, kadın hangi ara doğasına esir düştü? Ne vakit, hangi gerekçeyle yarattığı alana, yaptığı yuvaya hapsoldu? Sorumlusu tutulduğu yuvanın sınırları dışına taşmasına izin verilmeyen kadının esareti ne zaman başlamış olabilir?
Bunun için yaklaşık on iki bin yıl öncesine, neolitik döneme gitmek gerekir.
Bu dönem öncesinde, arkeolojik ve antropolojik bulgulara göre avcı-toplayıcı topluluklarda kadınla erkek arasında -iş bölümü farklı olsa da- statü açısından görece eşitlik vardı. O zamanlar kadının doğurganlığı kutsanır, “Ana Tanrıça” kültleri yaygın olurdu. Milattan önce 10.000 yıllarındaki Tarım Devrimi ile birlikte atalarımızın hayatına “özel mülkiyet” kavramı girdi ve ne olduysa işte ondan sonra oldu. Süreç önce; toprağın işlenmesi, sulama, tahıl depolama gibi ağır emek isteyen işlerde erkeklerin öne çıkması, hayvancılıkta artan rollerinin onların toplumsal gücünü yükseltmesi, kadınlarınsa toplumsal hayata katkılarının, çocuk bakımı, yemek, dokuma vb. işlerle sınırlanması ile başladı. Beraberinde toprak, mahsul ve hayvanlar üzerinde özel mülkiyet anlayışı gelişti. Erken köy toplumlarında tapınak kayıtları ve ilk yazılı belgeler genelde erkekleri mülk sahibi olarak gösterir. Peşi sıra kadın da evlilikle başka bir ailenin “parçası” haline geldi; sahip olunan malların ve mülklerin bir objesi konumuna yerleşmeye başladı. Öncesinde daha eşitlikçi olan toplumsal yapı; mülkiyet, miras ve aile düzeni ile birlikte giderek erkek merkezli olmaya başladı. Mülkiyetin erkeklerin kontrolüne geçmesiyle, patrilineal sistem (soyun baba üzerinden takip edilmesi) birçok toplumda baskın hale geldi. Ve kaçınılmaz son olarak bu süreç “ataerkil düzenin” kök salmasına yol açtı.
Sonraki dönem mitlerinde de, tek tanrılı dinlerde de bu ataerkil düzeni fazlasıyla, hatta bin yıllar içinde artmış, sertleşmiş olarak görürüz. Kadının ev dışında söz hakkı yoktur, toplumda varlık gösteremez; göstermeye çalışanları da patriyarkal düzen imha eder. Bu keskinliği belgelerle kanıtlayabildiğimiz en yakın tarih ise bizi Antik Yunan’a götürür.
Demokrasi Beşiğinin Utancı
MÖ 1000 yıllarında Atina’nın taş sokaklarında yankılanan ayak sesleri hep erkeklere aitti. Agora’nın gürültüsünde kadınların sesi neredeyse hiç duyulmazdı. Çünkü kadın, “oikos”un, (ev/hanedan) sınırlarına çizilmiş bir hayatla tanımlanırdı. Atina’da yaşam, “oikos” kavramı etrafında şekilleniyordu. Oikos, yalnızca bir konut değil; aile üyeleri, köleler ve evin ekonomik faaliyetlerinin tümünü kapsayan bir birimdi. Kadının temel görevi; “oikos”un sürekliliğini sağlamak (doğurganlık, annelik), erkeklerin onurunu korumak ve evin iç işlerini düzenlemekti. Dolayısıyla kadın, toplumsal olarak “özel alan” ile özdeşleştirilmişti.
Kadınlar Atina’da yurttaş da değildi. Meclise giremez, oy kullanamaz, mahkemede kendi adına konuşamazdı. Çoğu kadın, evin kendilerine ayrılan özel bir bölümünde (gynaeceum) yaşamını sürdürürdü. Kamusal alana adım atmaları, dini törenler ya da cenazelerle sınırlıydı. Dışarıya çıkabilenler ise genellikle köle kadınlar ya da “hetairai” denilen eğitimli ve güzel kadınlardan oluşan özel bir sınıfa mensup kişiler olurdu. Atinalı “saygın” kadın, görünmez olmalıydı.
Bu görünmezliğin kültürel yansımalarına tragedyaların sahnesinde de rastlarız. Euripides’in Medea’sı, kocasının ihanetine karşı sesini yükselten bir kadındır ama onun öfkesi, Atina seyircisinin gözünde tehlikeli, neredeyse barbarcadır. Medea’nın pek çok okumasında o ihanete uğramış bir kadından çok, büyücü kimliği ile kocasının çocuklarını öldürerek intikam peşinde koşan bir tehlike, bir kötülük figürüdür. Oyun sadece bir trajedi değil, aynı zamanda erkek düzenine başkaldıran kadının nasıl bir felaket kaynağı olabileceğinin alegorisidir. Aristophanes’in Lysistrata’sında ise; kadınlar savaşı durdurmak için evlerinden çıkarak savaş bitene kadar erkeklerle yataklarını paylaşmama kararı alır. Anlayacağınız bir tür cinsel greve girerler. Aslında tarihte savaş karşıtı ilk oyun olarak çok önemli bir yer tutsa da ve eser komik bir fantezi gibi görünse de, aslında alttan alttan “kadın kamusal alanı işgal ederse düzen altüst olur” mesajını da taşır.
Üstüne Aristoteles’in ünlü Politika’sında yazdığı; “Erkek doğası gereği yönetmeye, kadın doğası gereği yönetilmeye yatkındır” satırları dönemin sosyo-politik düzenini meşrulaştıran bir bakışın kristalleşmiş hâli olmuştur. Aristoteles’in biyoloji anlayışı da bu bakışı destekler; kadın, erkeğin tohumunu taşıyan fakat kendi başına yaratıcı olamayan bir varlık gibi tanımlanır. Bu düşünce, Atina’daki toplumsal düzeni teorik bir temele oturtur: Kadın evde kalmalı, erkek dışarıda siyaseti ve kamusal hayatı yürütmelidir.
Modern feminist tarihçiler, bu çerçevenin aslında ideolojik bir kurgu olduğunu vurgular. Sarah Pomeroy kitaplarında Atina demokrasisinin erkek yurttaşlar için bir özgürlük alanı yaratırken, kadınları ev içine hapsettiğini söyler.
Bu durumda aslında kadınların ev hapsiyle sessizleştirilmesi, Atina demokrasisinin utancı olmuştur.
Aradan geçen bin yıllara rağmen erkek zihniyetinde hakiki bir değişim olabildi mi sizce? Çağdaş toplumlar olarak buna hâlâ kani değiliz, kanımca. Hâlâ bin bir güzel umutla kurulan yuvaların kadının zindanı haline gelişine tanık oluyoruz. Hâlâ dünyanın her yerinde kadın hakları için, toplumsal eşitlik için olağanüstü bir mücadele veriliyor. Antik Yunan’da kadının sessizliği, görünmezliği ya da sanattaki şeytani tasviri, erkek yurttaşın kimliğini sağlamlaştırıyordu. Bugüne baktığımızda ise “kadınlık” erkeklerin kendi kimliklerini kurmak, var oluşlarını tanımlamak için ihtiyaç duyduğu bir karşıtlık olmuştur. İşin ironik yanı; bugün dahi demokrasinin savunduğu eşitlik ilkesinin -Atina’daki gibi alenen olmasa da- sezdirmeden kadınların her durumda dışlanması ile iç içe geçmiş olmasıdır.
Yuvayı Diş Kuş Yaptı! Peki, Sonra Ne Oldu?



