Bugün biraz karışık ruhum… Bir yandan yaz geliyor mu gelmiyor mu, geliyorsa nasıl geliyor acaba hissi. Bir yandan hayat telaşı… Amma ille de babam. Bu aralar hep aklımda, kalbimde. Bazen içim sızlayarak, bazen gülerek, bazen ikisi birden, ama hep hasretle ve yüzümde bir tebessümle… Şu anda gözlerim dolmuş olabilir ama olsun. Çok özledim onu. Adı Cezmi. Biz ona Cemo derdik… Neredeyse on altı sene oldu göçüp gideli buralardan. Tıpkı dün gibi bana sorsan… Ağustos 2009’da kalp krizinden öldü. Bodrum Gündoğan’a, bizim köyün yakınlarına sakladık onu. Evlendiğimi de torunlarını da göremedi. Ama ben anlattım ona rüyalarda buluştuğumuzda. Hem de an be an sırasıyla, günlerce anlattım ona her şeyi, olanı biteni. Hâlâ da buluşur konuşuruz rüyalarda… Bir gariptir zaten benim rüyalarım. Sanki ben çok normalim de…
Enteresan adamdı babam. -Tamam itiraf ediyorum bizim ailede hiç normal yok, hem normal ne demek ki? Kime göre, neye göre normal?- Çok okur, son zamanlarda da çok yazardı. Mimardı ama anlattığına göre neredeyse yapmadığı iş yoktu. Aşçı yamaklığı, terzi çıraklığından tutun da limon ve su satmaya kadar. Hakikaten de çok güzel yemek yapar, harika sökük dikerdi. Elinden her iş gelirdi. Evimize neredeyse hiç tamirci gelmezdi. Beni de birazcık öyle yetiştirdi. Gelsin bir anekdot o zaman:
Daha Sedat Simavi sokaktaki evdeyiz. Doğduğum ve yirmi altı sene yaşadığım, vazgeçilmezim, ilk göz ağrım olan ev. Kutu gibi bir evdi ama çok kullanışlıydı. Babam her köşeyi çok iyi değerlendirmişti. İki tane balkonumuz vardı. Öndeki kış bahçesi, arkadaki tamir atölyesi… Balkonların duvarları beton üstü kaleterasit. Hani şu yüzeyi pütür pütür olan. Neyse, bir gün babam çağırdı beni arka balkona. “Duvara bir şey asacağım. Hadi bakalım şu çiviyi çak duvara.” Aldım çiviyi başladım çakmaya. Çiviler durmadan eğriliyor. Eğrildikçe babam yenisini veriyor. Ama bir türlü olmuyor. Babam başladı “On iki yaşına geldin de duvara bi çivi bile çakamıyorsun da ne biçim kızsın da,” diye söylenip durmaya. Ben de bir sustum, iki yutkundum. Dayanamadım, sinirle “Yaa! Yanlış çivi verip duruyosun! Beton çivisi lazım buna!” diye çemkirdim. Yüzünde o an beliren kocaman gülümseme ve gurur ifadesi hâlâ gözlerimin önünde. Sağlam bi aferin almıştım sonunda.
Bununla kalsa iyi. Boş zamanlarımızda bozulan betamax ve vhs videoları tamir etmek en büyük hobimizdi. Ne alaka mı? Çünkü Cemo Ankara’daki ilk video kaset kiralama dükkânı Videoskop’u açmıştı Hoşdere’de. Ben okumayı dört buçuk yaşında filmlerin altyazılarını okuyacağım diye öğrendim. Hangi film mi? Charlton Heston’ın Maymunlar Cehennemi (1968). Allahım ne keyifliydi… Her gün bir sürü film çeker, çoğaltır, onlara oturma odasında kurduğumuz düzenek ile kendi kameramızla jenerik çekerdik. Fonda durmadan çalan jenerik müziklerimiz Comanchero ve One Night in Bangkok… Teybi ayarla, başlat, durdur… Bak şimdi dayanamadım açtım Comanchero’yu fonda. Bir de kalan vakitlerde bol bol joystick lehimlerdik. Malum, Atari ve Pac-man olmazsa olmazımızdı o dönem.
Arkada ş gibiydi babam bana. Çok didişir, hırlaşır ama çok da eğlenirdik. Yaşım ilerleyince bir müddet birlikte yaşadık. Annem Bolu’da, kız kardeşim önce Eskişehir, sonra ve hâlâ İstanbul’da olunca biz ikimiz kaldık baş başa. Her cuma meşhur çilingir soframız vardı bir kere… Balkonda elektrikli ızgarada et/tavuk pişirir, rakımızı açar, küçük pilli radyomuzdan da İbrahim Tatlıses, Ümit Besen, Ferdi Özbeğen ve daha nicelerini dinlerdik. Bazen benim, bazen onun arkadaşlarını davet eder, ama genelde ikimiz olurduk. Bayılırdı misafir ağırlasın. Bana sormadan eve arkadaşlarımı bile çağırırdı. Eve bi gelirdim aaa alakasız bi arkadaşım bizde. Hayrola? Hepsiyle kankaydı Cemo. Evet hepsinin telefon numaraları onda vardı. Ve onlarda da Cemo’nun numarası.
Bana kitap aşkını da Cemo aşılamıştı. Bebekliğimde başlamış bana kitap okumaya. Her hafta kitap alırdı bana tabii önceden aldıklarını bitirmiş olmam koşuluyla. Küçüklüğümden beri her kitap okuduğunda sesini değiştirir, komikleştirir bazen de beni sinir ederdi ama elbette şu anda bunları keyifle ve gülerek hatırlıyorum. Babam meğer bildiğin seslendirme sanatçısıymış. Çok âlem adamdı. Her ay kitaplarımı sayar listelerdik. Kaç kitabım var, kaç tanesini okumuşum…
Her anneler gününde ve öğretmenler gününde bana çiçek alır, küçük notlar yazardı… Tabii başka notlar da yazardı. Üniversitedeyken en yakın arkadaşım Sezgi ile bizde yer içer, babamdan izni koparır gece dışarı çıkardık. Tabii ki söylenen saatten her zaman daha geç gelip, sinsice salona girer, (Cemo’yu uyandıracağız diye odama bile gidemezdik) kıyafetlerimizle divana yatardık. Sabah bakardık ses yok, “Hahh,” derdik yırttık. Sonra evin muhtelif yerlerinde, “I know what you did last summer,” tadında notlar bulurduk. “Saat 3’te geldiniz, yemezler,” “Niye salonda yattınız ki?” gibi.
Acayip bir fıkra dağarcığı vardı. Muzipti azıcık da muzırdı. Bayılırdı fıkra anlatsın, unutmamak için onları küçük not kağıtlarına yazsın. Hepsini saklıyorum şimdi. Çok da afacandı kerata. Haydi gelsin bir anekdot daha:
Sekiz yaşındaydım yanlış hatırlamıyorsam. Ebru ve İrem (annemin üniversite yıllarından en yakın arkadaşlarının kızları. Ebru ile aynı apartmanda oturuyorduk, İrem ise karşı sokağımızdaydı) ile bizim oturma odasında Barbie oynuyorduk. Babalarımız salonda rakı içip Star Wars izliyorlardı (lahmacun yiyip viski içmek gibi oldu ama neyse) Anneler de üst katta Funda teyzelerde (Ebru’nun annesi) kâğıt oynuyorlardı. Neyse efenim, ben susadım. Gittim salona. Babamdan su istedim. Hatırlar mısınız? O zamanlar şişe dipli cam bardaklar vardı, kalın ve kocaman. Doldurdu verdi. Yazık bana, içim yanmış. Bir dikişte içtim. Sonra abovvvv yanıyorum ki ne yanıyorum… Şakacı rakı vermiş ya bana. Yirmi beş yaşına kadar rakı içemedim ama sonradan da bi sevdim ki. Küçük kızıma hamileyken canım sadece rakı beyaz peynir çekti. Dedim ya bizde normal yok.
Çok da bilirdi Pikachu babam benim (bazen öyle derdim ona). Bir gün dedim “Yeter yahu baba! Amma karışıp biliyosun her şeyi.” Sonra da pişman oldum “Aha sıkı bir fırça yiycez şimdi,” diye. Hep ters köşe gelirdi zaten. Kızmadı ve sakince bana bakıp, “Haklısın, mesleki bozukluk; mimar olunca yaratıyorsun ya, işte bazen böyle Tanrı sanıveriyorsun kendini,” dedi. Ben şok tabi, azar beklerken çok samimi bir itiraf geldi. Ama azar beklemediğim zamanlarda da sıkı kalaylanırdım hani. Bir sefer de “Benim gibi bir kızın olduğu için pişman mısın?” diye sordum babama. Cevap “Son pişmanlık fayda etmez,” olmuştu. Çok gülmüştük. Hatırladıkça gülerim. Erkek arkadaşlarım olduğunda onunla konuşurdum ama şanslı değildim pek bu açıdan. Bir gün dedi ki “Kızım ne acayip ilişkiler yaşıyorsun vallahi bilim kurgu filmi gibi.” İşte böyle de çatlak komik benzetmeleri vardı.
Pek bir hissiyatlıydı. Önsezileri çok kuvvetliydi; neredeyse yüzde yüz doğru tahliller yapardı insanlar hakkında. Biraz da paranormaldi. Bir gün kuzenim İrem’i İzmir’e götürüyoruz. “Ayy,” dedim “kaç saatimiz kaldı. Çok sıkıldım.” “Off bea kızım!” dedi “Kaç saat diye sorulmaz. Kaç kilometre kaldı diye sorulur. Bak şimdi lastik patlayacak. Geç kalıcaz!” demesiyle lastik patlamaz mı? Daha bunun gibi neler neler…
Mükemmel miydi benim babam? Hayır kesinlikle değildi. Harika, hatasız bir baba mıydı? Yoo hiç de değil. İyi izler gibi kötü izler de bıraktı hayatımda. Ama şükürler olsun daha çok iyileriyle hatırlayabiliyorum kendisini… Sevgiyle… Gülerek… Evet elbette bazen de kızıp içim acıyarak… İnsan bazı değerlerin ya da yaşanmışlıkların önemini ya da önemsizliğini olgunlaştıkça anlıyor. Bir de kaybedince… Ben yaşarken bildim mi babamın değerini? Evet bildim. Babamdı… Ama her şeyden öte o da herkes gibi, herkes kadar kendine has bir insandı. Rahmet istedi herhalde… Özledim seni be Cemom. Hadi sen uyumaya devam et ışıklarda, huzurla…