Türk sanat tarihinin en özgün ve yenilikçi isimlerinden biri olan Aliye Berger, hem yaşamıyla hem de sanatıyla döneminin sınırlarını zorlayan bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Gravür sanatının Türkiye’deki en önemli isimlerinden biri olan Berger, sadece eserleriyle değil; yaşam öyküsü, hayata karşı tavrı ve cesur duruşuyla da sanat dünyasında eşine kolay rastlanmayacak bir iz bıraktı. MedYapım tarafından çekilen ve ilgiyle izlenen “Şakir Paşa Ailesi: Mucizeler ve Skandallar” dizisinde sevgili Azra Aksu’nun başarıyla canlandırdığı Aliye, dizide de kullanılan şekliyle “Alyoşa” karakterini, gelin daha yakından tanıyalım.
Wright Kardeşler’in havacılık tarihinin ilk satırlarını yazan, geleceğe ilham veren uçuş deneyiminden tam yedi gün sonra takvimler 24 Aralık 1903 gününü gösterirken bir başka ilham perisi, hayata gözlerini açmıştı. İstanbul’un dokuz incisinden Büyükada’nın konaklarından birinde, denizin iyot kokusu soğuk kış rüzgârıyla bir olup pencerelerden içeri sızarken, evin içinde tatlı bir telaş yaşanıyordu.
Bu görkemli ada evi, sadece bir yuva değil, sanatın her halinin nefes aldığı bir mekândı. Duvardaki tablolar, raflardaki kitaplar, her köşeye sinmiş fırça kokusu, koridorlarda dolaşan ekseriyetle alafranga notalar… Aliye, bu dünyaya gözlerini açarken kaderi çoktan çizilmiş gibiydi. İstanbul’un sanatla hemhal olmuş sokaklarında büyüyecek olan bu küçük kız, yıllar sonra, Türkiye’nin en önemli gravür sanatçılarından biri olarak anılacaktı. Burada ailenin diğer sanatçı üyeleri için de bir parantez açmak gerekiyor. Zira, Kabaağaçlı ailesi Türk sanatının farklı dallarına pek çok usta isim armağan etti. Osmanlı’nın önemli devlet adamlarından Mehmet Şakir Paşa, Girit sefiri olarak görev yaparken tanıştığı İsmet Sare Hanım ile orada evlenmişti. Daha sonra Atina’ya yine sefir olarak atanan Şakir Paşa, ağabeyi, eski sadrazam Ahmet Cevat Paşa’nın vefatının ardından tüm görevlerinden istifa ederek İstanbul’a döndü ve Büyükada’ya yerleşti. Hem tarihçi kimliği hem de sanata olan düşkünlüğü, çocuklarının sanatçı yönlerini keşfetmesine ve yeteneklerini özgürce açığa çıkarmasına olanak sağladı.

Şakir Paşa’nın çocukları, babalarından aldıkları entelektüel mirası farklı sanat dallarında zirveye taşıdılar. Paşa’nın İsmet Hanım ile olan evliliğinin en büyük çocuğu Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı adıyla verdiği eserlerle Türk Edebiyat dünyasında ışıltılı bir yer edindi. Ailenin bir diğer üyesi, ilk Türk kadın ressamlardan Fahrelnisa Zeid imzalı eserler yalnızca Türkiye’de değil, Paris ve Londra gibi sanat merkezlerinde de büyük yankı uyandırdı. Zeid’in oğlu Nejad Devrim’in tabloları Avrupa’nın modern sanat koleksiyonlarında yer alırken, kızı Şirin Devrim tiyatro alanında ün saldı.
Aile yalnızca resim, edebiyat, tiyatro ile sınırlı kalmayıp seramik sanatında da öncü isimler yetiştirdi. Aliye’nin yeğeni Füreya Koral, Türkiye’nin ilk çağdaş seramik sanatçılarından biri oldu.
Aliye, böylesine güçlü bir sanat mirasının içinde yetişmesine rağmen kendi sanatçı kimliğini oldukça geç ortaya koydu. Genç yaşlarından itibaren resim çizmeye başlamış olsa da yeteneğini göstereceği esas alanı bulması yıllar sonra, hayatın ona sunduğu beklenmedik olaylar neticesinde gerçekleşecekti. Tıpkı diğer aile bireyleri gibi o da kendi alanında ismini en yukarılara yazdıracak ama bunu bambaşka bir sanat dalıyla yapacaktı.
Aliye, eğitim hayatını İstanbul’da Notre Dame de Sion’da geçirirken bir yandan da resim ve müzik dersleri almaya devam etti. 1924 yılında ders almaya başladığı Macar keman virtüözü Karl Berger ile ilişkileri bir süre sonra tutkulu bir aşka dönüştü. İstanbul, Berlin, Londra, Paris dörtgeninde geçen yıllarda Avrupa sanat akımlarını takip etme, önemli sanatçılarla bir arada olma fırsatı buldu. Karl Berger ile ilişkisi yirmi üçüncü yıla girip de evlenmeye karar verdiklerinde kaderin onlar için hazırladığı tatsız plandan habersizdiler. Evlilikleri henüz altıncı ayındayken Karl Berger vefat edince, Aliye başa çıkamadığı yalnızlıktan kaçarcasına Londra’ya gitti. İngiliz gravür sanatçısı John Buckland atölyesinde ders almaya başladığında hayatının en önemli değişim noktalarından birine adım atmıştı. Büyük aşkını kaybetmiş olmanın acısıyla kendini adadığı atölye çalışmaları sonunda ülkesine döndüğünde yanında yüz kırk civarında eser vardı. Bu çalışmalarla 1951 yılında ilk kişisel sergisini açtığında, Aliye Berger ismi sanat çevresinin dikkatini üzerinde toplamıştı. Bu ilginin ardındaki sebep sadece hayranlık değildi. Mektepli olmayan bir sanatçının, -hadi daha da netleştirelim şu tanımı- mektepli olmayan kadın bir sanatçının alışılmadık tekniklerle ve malzemelerle yaptığı çalışmalar eser olarak değerlendirilebilir miydi? Bu tartışma 1954 yılında düzenlenecek yarışma ile iyice alevlenecekti.

UNESCO iş birliğiyle Yapı ve Kredi Bankası tarafından açılan yarışmada jüri koltukları yabancı sanatçılara ve eleştirmenlere emanet edilmişti. Epey ünlü ve önemli mektepli sanatçının arasından sıyrılan Aliye, “Güneşin Doğuşu” isimli tablosuyla birincilik aldığında, deyim yerindeyse, sanat çevrelerinde kızılca kıyamet koptu. Yarışmayı yok sayanlar, jüri yabancı olduğu için bu sonucun çıktığını savunanlar, mektepli bile olmayan bir kişi sanatçı olamaz diyenler… Bir kadının çıkıp da eril mekteplilerin iktidarını sarsması karşısında yaşadıkları bozgunla başa çıkmakta epey zorlanan dönemin önemli ressamlarının, Aliye ertesi yıl Tahran Bienali’nde aynı eserle ikincilik aldığında diyecek fazla sözleri kalmamıştı.
İki yıl üst üste gelen başarı ardından yurtdışında da dikkatleri üzerinde toplayan Berger, eserleriyle birçok uluslararası sergide yer aldı. 1955 yılında düzenlenen Venedik Bienali’ne katılan sanatçı, Türk sanatını uluslararası platformda temsil etti. Eserlerinde kullandığı renkler, malzemeler ve teknikle gravür sanatında dünya çapında saygı gördü.
1903 yılının bir kış gününde Büyükada’da başlayan yaşamı 1974 yılının bir yaz gününde aynı yerde sona erdi. Her büyük sanatçı gibi, bedenen aramızdan ayrılan Aliye Berger; hem miras bıraktığı modern ve yenilikçi bakış açısıyla genç sanatçılara hem de cesur ve güçlü portresiyle kadınlara ilham kaynağı olmaya devam ediyor.