Tuesday, April 8, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Urgan

İçeriye giren kızgın güneş yüzünden, sırtımdan aşağıya kadar süzülen su gömleğimi bile ıslatıyor, burnumun dibine kadar gelen kendi kokum beni rahatsız ediyordu. Buraya geldim geleli banyo yapmak dahi beni zorlamaya başlamıştı. Sanırım ben de muayene ettiğim hastaların sadece ten kokan vücutlarını kanıksadığımdan mıdır nedir, onlar gibi bana da temizlikte bir üşenme çökmüş gibiydi. Saate bile bakmadan, artık sağlık ocağından çıkma vaktimin geldiğini, güneşin ısrarla gönderdiği ışınların öyle böyle hızını kesmesinden anlamıştım. Açık pencereden düzenli bir şekilde gelen vız vız seslerinin hangi hayvanlara ait olduğunu düşünmüyordum artık. Sanki bütün hayvanlar aynı sesi çıkarıyordu. Böcekler, sinekler, sürüngenler… Sözleşmişçesine öğlen sıcağını, havanın durgunluğunu hep birlikte hem şikâyet ediyorlar hem de etrafın sessizliğinin tadını, kendi gürültüleri ile çıkartıyorlardı. 

Camdan dışarıya baktığımda artık tüyleri iyice seyrelmiş, yaşını başını almış köpeğin mıymıntı yürüyüşünü duvarın dibine kadar izledim. Kendi düşüncemden kendim rahatsız oldum, kafamdan atmaya çalıştım. Bu köpek gibi benim de yürüyüşlerim yavaşlamıştı buraya geldim geleli sanki. “Hayatımın sonuna kadar Akçakışla köyünde kalmayacaktım ya, bu mıymıntıya dönmeyeceğim ya, şunun şurasında bir buçuk yılım kaldı burada zaten,” diye kendi kendime konuşurken, içeriye ebe hemşire Hayriye Abla girmiş fark etmeden. “Bir şey mi dedin doktorum, çıkmıyor muyuz artık?” dedi. Çıkıyorum çıkıyorum da ben de şu bizim banyoda bir su döküneyim, çok terledim Hemşire Hanım, anahtarı bırak masaya,” dedim. Kendi kendime de iyi oldu, şu Mehmet Ağa destek oldu da bir tas su dökecek kilerden bozma bir banyo yapıverdi sağlık ocağına, diye düşündüm. Bir de, büyük kara benli muhtar, onun mezarlığa duvar yapacağını anlatıyordu geçenlerde kahvede pineklerken. “Ölüye hizmet vereceğine, diriye yapsın,” dediydim de bütün kahve ters ters baktı suratıma, çayım boğazımda kalıyordu. Pratisyen hekimliğimde buraya mecburi hizmete geldiğimden beri insan öldükten sonra, toprağa gömülse ne olur, çöpe atılsa ne olur düşüncesinden oldum olası kurtulamadım. Belki burada hissettiğim var olmanın zorlayıcı ağırlığı, bana bunu düşündürüyordu. Bu köyde ölürsem maazallah, etrafa seyrek de olsa konulan çöp poşetlerinin içine atıversinler beni, diye karar verdim birden. Beş yüz hanesi olan bu köyün bu kadar savsaklanmış işi varken, mezarlarını güzelleştirmek için her fırsatta adamdan duvar parası istemeleri bana öyle saçma geliyordu ki. Ulan zaten bir yerleri ağrıyor diye geliyorlar sağlık ocağına. Ödleri patlıyor ölmekten, hele ki bir ilçeye gidin, büyük doktora çıkın demeyeyim. Sıralıyor şalvarlı bacılarım kocakarı ilaçlarını, “Bir bunları deneyelim de hele Doktor Bey, iyi gelirse gitmeyiz,” deyip atıyorlar kendilerini ormanlara. Isırganotu, ebegümeci, madımak, kekik, yavşan, ne bulursa topluyorlar, bir güzel kaynatıp içiyorlar. Akdağmadenine gitmelerine de gerek kalmıyor kendilerine göre. E o zaman ben neden buralara geldim de teninize dokunuyorum. Bazen yetmiyor külle yıkıyorum ellerimi, taharetlerini tam almamışlardır, pantolonlarında şalvarlarında kalmıştır bir şey diye. Sonra da kendime kızıyorum buralılar gibi yapıyorum diye. Ben eskiden külle elimi mi yıkamayı biliyordum sanki? Yok yok, burada gerçekten ölürsem beni çöpe atıversinler, öldükten sonra ne anlayacağım ki? Bir de mezar duvarı için daha da para isteyip yalvarırlar ağaya, buraya doktoru da gömdük gençken diye. Hiç gelemem valla bu kadar iltimasa.

Kurban Bayramına bir hafta kala bağladılar hımış evlerinin önüne hayvanlarını. Tezek kokusunu ala ala sokakta yavaşça yürürken, bu bayramda gideceğim eve beş günlüğüne de olsa, diye düşündüm. Arkadan “Doktorum doktorum,” diye bağıran sese döndüm ki Topal Nuri’ymiş hararetle bağıran.

“Ne bağırıyorsun Nuri hayrola?” dedim, cevabının sağlam ayağının çok ağrıdığını söyleyeceğini bildiğim halde. Gene de hiç sesimi çıkarmadan dinledim, o sırada önümde zıplayan küçük yeşil kertenkelenin yolunu kat etmesini seyrederken. 

“Bitti mi kas gevşeticilerin, e ağrıması normal. Bir ayağına yükleniyorsun tabii Nuri, kahveye mi gidiyorsun?”

“Oraya gideceğim, başka yer mi var?”

“Yok hakikaten de başka bir şey duyacakmışım gibi soruyorum işte. Orman tarafına biraz yürüyeceğim, paslandım sabahtan beri otura otura, gel istersen oradan geçeriz, kahvede bekleriz akşamı.”

“Geleyim doktorum açılsın senin ayakların.” 

Yukarıda bildiğimiz bir hedefe doğru gidiyormuşuz gibi hızlıca tırmanmaya başladık ormana doğru. Önümüzde sarı ve mor renkli halı gibi peygamber çiçekleri ve yurt tülübaları serilmeye başladı yukarılara doğru ilerlerken. 

O kadar hızlı tırmanma yapmıştık ki, ikimiz de nefes nefese o heybetli ağacın altına atıverdik kendimizi. Yukarıdan hayalet gibi duran köye kuşbakışı baktım geldiğim günden beri halen geçmeyen yalnızlık hissiyatı ile. 

Tam derin bir nefes alayım derken Nuri’nin sanki birisi duyacakmış gibi sessizce fısıldayan cümlesi ile kaldım.

“Geçen hafta düğünü olan Havva’nın kızı Saniye var ya doktorum, kız çıkmamış. Bütün köy bunu konuşuyor. Babası Şakir utancından sokağa çıkamıyormuş, kızı geri göndermişler. Şakir bu bayram günahları affedilsin diye iki kurban kesecekmiş. Kalın urganla bütün köy görsün diye bağlamış hayvanları otlağının kapısına. O ırz namusunu bulursam düz geçicem üstünden diyormuş.” 

“Ne fısıldıyorsun Nuri kimse yokken ortada. Kız nereye çıkmamış?”

“Doktorum sen de nasıl anlamıyon ya. Saniye evlendiğinde kız değilmiş yani. Şakir, avradı Havva’yı fena dövmüş, ‘Seni gidi kancık, kızın namusunu koruyamadın,’ diye. Düğünleri de ne güzel olmuştu. Akdağ Madeninden bir sürü insan geldi derken… Sonuna bak şimdi.”

Dişlerimi gıcırdattım öfkeden, ama sakinliğimi korumaya çalıştım zor da olsa.

“Belki kızın yavuklusu vardı, belki rızası yoktu kızın, belki de vücudu öyleydi. Bazı kadınlar doğuştan bakire değildir, o da belki öyleydi, böyle yapılır mı yav zavallı kıza?”

“Doktorum, ben onu bunu bilmem de, bizim köyde kimse helalliğini ertesi günü baba ocağına geri göndermedi. Bizde böyle şey olmaz.” 

“Nuri sende saçma sapan konuşma, kıza zulüm yapılmış belli. Sinirlerim bozuldu, hadi aşağıya inelim de kapatalım bu konuyu.”

Kızgın bir şekilde aşağıya inmeye başladım.

Kızı kapının önüne bıraktılar, Şakir dellendi, birden kıza vurmaya başladı, anasıyla kızını ayırmadan ağzından salyalar saçan köpekler gibi üstlerine atladı.

“Seni de göndereceğim geriye Havva,” diye çığlık çığlığa köpürdü karısına. Tepindi, vurdu, ısırdı, havladı…

Sıkılan içim daha da şişmişti zihnimin gürültüsünden.

Evinin bahçesinde urganla asılı iki hayvanı olan hayalet evden, adamların yüzlerinde haz ve merakla fısır fısır konuştuğu kahvenin önünden, başım önde mahcup bir şekilde geçtim. Saniye’nin acısı içime çökmüştü.

“Eyvallah, çok yorgunum bugün biraz dinleneyim, sonra uğrarım,” dedim.

Kendimi yatağa attım, beynimin yavaşladığını hatırlıyorum en son. Gözlerim ağırlaştı. 

Sağlık ocağına geldiler Şakir’le kızı. 

“Şunu bir muayene ette anlayalım hanyayı konyayı,” dedi kızı ileri itekleyerek.

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

“Ne diyorsun sen ya diye diklendim Şakir hergelesine. Ben böyle bir şeyde olmam. Kızın 18 yaşını geçmiş, rızası yoktur. Utanmaz mısın onu muayene ettirmeye?” dedim.

En son Şakir’in yumruğunu hazırladığını gördüm, bu işten nasıl sıyrılacağımı düşünürken, ortalık yavaş yavaş kararmaya başladı gündüz vakti. Kuşlar panikle adeta ciyaklayarak havalandı yuvalarına varmak için. Hepimiz cama dayandık hızlıca. Hızla gün kararmaya başladı. Ahenkli, bildik bir şekilde güneşin üstü yavaş yavaş kapandı. Sanki kıyamete kadar güneş tutulması olacak gibiydi… Sağlık Ocağı karardı, Saniye ile Şakir hortlaklara karıştı.

Ter içinde uyanıp akşam olduğunu fark ettim minnetle. Üzerimde rüya olmasının verdiği şükürle sigaramı yaktım, memlekete gitmek için valizimi hazırlamaya koyuldum.  

Memleketten dönüşümde köyden içeri alacakaranlıkta girdim. Bir ölüm kokusu geldi burnuma sanki. E Kurban Bayramıydı ya, sessiz olan her şey hayalete dönüşmüş gibiydi. Evime yürümeye başladım. Şakir’in evinin kapısının açık olduğunu fark ettim, içeriden yüksek sesle ilahiler yükseliyordu. Bahçede sigara içen Topal Nuri’yi görünce, sadece onun gözlerine baktım. 

“Saniye bacımızı kaybettik. Babasının hayvanlarını bağladığı urgan iple kendini asmış ahırlıkta.”

“Kurban olmak için hep urgan mı gerekir?”

Düşündüm mü, kısık sesle mi söyledim bilemedim tam.

“Ne dedin doktorcuğum anlamadım?”

“Yok bir şey, başınız sağ olsun, dedim.” 

Yavaş yavaş yürümeye devam ettim.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Şehnaz Orhan
Şehnaz Orhan
1971 Bursa doğumlu. Uludağ Üniversitesi İİBF İşletme mezunu. İşletme, Psikolojik Danışmanlık yüksek lisansı yaptıktan sonra ICF onaylı Koçluk eğitimi aldı. Halen Anadolu Üniversitesi öğrencisi. Patoloji Laboratuvarında yöneticilik yapıyor, dergilere ve kolektif kitaplara öyküler yazmaya devam ediyor.

POPÜLER YAZILAR