Her insanın hayatında görünmez bir sınır vardır. Bir tarafı geçmiş, bir tarafı gelecek, bir tarafı hüsran, bir tarafı umut… O sınır görünmez ya hani, bir o kadar da yakıcı. Ve bazen bu iki ülkenin arasında kalırız; ne birine ait hissederiz ne ötekine geçebiliriz. Asılı kalırız yalnızlık dolu bir darağacında. İşte bazı anlar vardır, insanı sonsuza kadar ikiye bölen bu sınırda. Kapanan bir kapının ardından duyulan sessizlik, bazen bütün ömrün yankısı olmaz mı zaten? Belki bir sonun değil, yalnızca bir doğumun.
Şimdilerin spontane dediği, aniden ortaya çıkan bir etkinliğin peşine düşmüş, Sarp Sınır Kapısı’ndan geçiyorduk. Sabahın erken saatleri, denizden esen tuzlu rüzgâr yüzümüze taş gibi vuruyordu. Ne tam Türkiye ne tam Gürcistan’dık o anda. İki ülkenin arasında sıkışmış, pasaportu olmayan bir boşlukta bekliyorduk. O anda kimliğin tanınmadığı o dar, gri alanda, bir kadın aniden yere yığıldı. Nefesi boğazında düğümlendi, gözleri bir noktaya kilitlendi. Bir anda kalabalığın uğultusu kesildi, bir çocuk ağlamayı kesti, bir bavul devrildi, bir kuş bile geç kaldı uçmaya. Kadın, iki ülkenin de sahip olamadığı o kara parçasının üzerinde, yaşamla ölüm arasındaki en kırılgan çizgide, sahipsizce çırpınıyordu. Zannımca epilepsi nöbeti geçiriyordu. Yerde çaresizce tüm vücudu titreyen o kadına, ne Türk sağlık ekipleri gelebildi ne Gürcü. O kadar yakındılar. Uzansalar dokunacaklardı oysa. Ama hiçbir şey yapamayacak kadar da uzaktılar.
O an orada, o sessizliğin ortasında, ben sadece bir kadına değil, insanın kendi iç sınırına bakıyordum aslında. Birkaç metreyle ölçülmüyor muydu insanın kaderi? Bir adım öte kurtuluş, bir adım geri karanlık mıydı? Bir anlığına hepimiz oradaydık, ne geldiğimiz yere dönebiliyorduk ne de gideceğimiz yere varabiliyorduk. Hepimiz aradaydık. Ne tam geçmişimize aittik ne geleceğimize. Ne kalabilmiştik ne gidebilmiş. Ne vazgeçebilmiş ne de gerçekten başlayabilmiş. Bir kararın, bir cümlenin, bir vedanın ortasında donmuştuk belki de. O zaman diyebilir miyiz; bazı sınırlar pasaportla değil, kalple geçilir diye?
O görüntü günlerce gözümün önünden gitmedi. O sahneden sonra uzun süre içimde bir yankı kaldı. Bir ses fısıldıyordu kulağıma; “Ya sen de orada olsaydın? Ya senin de nefesin o çizgide sıkışsaydı?” Bir kapının tam ortasında kalmak nasıl bir şeydi? Arada kalmak nasıl bir şeydi? Bir kelimenin, bir duygunun, bir hayatın arasında asılı kalmak… Zaman geçtikçe fark ettim, insan da tıpkı o kadın gibi, bazen yaşamla ölüm arasında değil, eskiyle yeni arasında bayılıyordu en nihayetinde. O kadın yalnızca yaşamla ölüm arasında değil, ben de kendimle kendim arasında kalmıştım. Bir yanım geçmişe zincirli, diğer yanımın elinde boş bir valiz: içinde hiçbir kimlik, hiçbir aidiyet yok.
Mesela bir sabah uyanırsın; aynı şehir, aynı gökyüzü, aynı perde rengi… Ama sen aynı değilsindir artık. Bir şeyler değişmiştir içinde bir yerlerde. Baktığında acı hâlâ oradadır ama sesi kısılmıştır belki. İçinde yanmaktan vazgeçmeyen tek mum aynıdır ama alevi titrektir artık. Sonrasında, dibe vurduktan sonra göğe yükselen balina misali, kalbin uzun süredir susturduğun bir ezgiyi yeniden duymaya başlar. İşte içimde bunun gibi bir kıpırtı var.
Yeniden doğmak büyük bir gösteri değildir, sessiz bir kabulleniş gösterisidir aslında. Gürültüsüzdür diyebiliriz yani. Eski yaralarını reddetmeden, onlarla yaşamayı öğrenmektir. Çünkü yeniden doğan insan, artık acısından kaçmaz; aksine onu anlamaya başlar. Ne alkış ne fark eden bir göz vardır. Bu sessiz mucize içte yaşanır, en derinde. Zaten insanın kendi karanlığını kabul etmesi son derece mahrem değil midir? Mahrem olanın sessizliğine inancım devam etmekte zira. Bu kıpırtı, küllerinin içinde kendini bulmak ama bu kez yanmamak belki de. Yeniden doğan insan, geçmişine koşmaz nihayetinde; öylece onunla el sıkışır, barışır. Nereden bakarsan bak, değişmez.
“Kaçış, kapıyı çarpmaktır; yeniden doğuş, aynı kapıyı sakinlikle açmaktır.”
Ancak yaşamın zoraki tecrübesinin gerçeği kaçış da bazen bir savunmadır. Derinliğe, o katran kara acıya dayanamayan kalp, bir süreliğine uzaklaşmak ister. Herkes doğmadan önce bir kez kaçar. Kaçış, yanan kalbin ilk tepkisidir; sobaya eli değmiş çocuğun, elini çeker çekmez ağzına götürmesi gibi, “Artık dayanamıyorum,” diyen sesidir. Koşarız şehirden, insandan, hatıradan, bazen kendimizden bile. Ama kaçış, bir iyileşme değil de bir ertelenmedir sanki. Acının kökünü sökmez sökemez, sadece üstünü örter. Kaçan insan yüzünü güneşe çevirir ama gölgesinden kurtulamaz. Çünkü gölgesine bakmadan, ışığın neye değdiğini anlayamaz. Birine “Hoşçakal,” dersin ama o kelime dudaklarından dökülürken bile kalbinde yankılanır; gerçekten kaldın mı, gerçekten gittin mi? Aslında kaçış iyileşme değildir. Sadece acının kökünü toprağın altına gizler. Aman dikkat; o kök karanlıkta büyür, bir gün ansızın sarar bacaklarından gece vakti, bazen bir koku, bazen bir şarkı, bazen bir isimle.
Yeniden doğmak ise başka bir cesarettir, o kökü karşına oturtmak, uzun uzun bakmaktır. Kaçış hız ister; yeniden doğuş ise derinlik. Kaçışta nefes kesilir; yeniden doğuşta nefes geri gelir. Kaçışın sonunda yalnızlık; yeniden doğuşun sonunda bütünlük vardır. Kaçış; bitmemiş cümleleri, yarım vedaları, söylenmemiş sözleri ardında bırakmaktır. Yeniden doğuş, o sözleri kendine söyleyebilmektir. Yeniden doğmak, yaşamaya cesaret etmektir. Ve bazen bu farkı anlamak için tam da arada kalman gerekir. Çünkü kaçarken yorulduğunda, dönüp kendi içinin sınır kapısına geldiğinde anlarsın. Artık kaçmak değil, geçmek zamanıdır.
O kadına o gün ne olduğunu bilmiyorum, akıbetini hiçbir şekilde öğrenemedim. Tek bildiğim arada olduğu. Olmak yeterli miydi? Belki kurtuldu, belki gökyüzüne karıştı. Ama bana bir hakikat bıraktı: Arada kalmamalı insan. Ne kendi korkularının ülkesinde ne de hiç bilmediği bir toprakta. Kaçmalı mı? Gerekirse evet, bazen evet, kesinlikle evet, olmadı mı? Bir noktada geldi mi o cesaret? O zaman da yüzleşmeli. Ha gayret.
Arada kalmamalı…
Bir kapı kapanırsa, orada bekleme. Ya gerçekten git ya yeniden doğ. Çünkü insanın sınırda kalması, ölümle yaşam arasındaki en uzun sessizliktir. Kapanan kapılar ardında değil, açılmayan kapılar önünde kaybolur insan. Her kaybın içinde bir doğum sancısı gizlidir. Her bitiş, nasıl olursa olsun, kendi içinde yeni bir yön taşır. Kapanan kapılar, bazen sadece yönümüzü değiştirir. Ve belki de yeniden doğmak, hiç beklenmedik bir yerde, kendi iç sınırımızı aşmakla başlar.
Hayatın her dönüm noktası bir sınır kapısı değil midir? Bazen orada duran, geçmeye cesaret edemediğin… Ama unutma; bekledikçe pasaport değil, kalp geçersiz olur. Ve dedim ya; belki de yeniden doğmak, tam da o çizgiden geçmeye karar verdiğin anda başlar.
Arada kalmamak dileğiyle…



