“İnsan, denize atladığında değil; yaşamaktan vazgeçtiğinde boğulur.”
Jack London, Martin Eden
Sonbahar esintileri vardı. Ağaçların yaprakları rüzgârın dokunuşuyla birbirine çarpıyor, pencerenin önündeki kitabın sayfaları rüzgârla yarışır gibi savruluyordu; üstüne dökülen cam kırıklarını umursamazcasına… Her gün okuldan eve yaklaşık iki kilometre yürüyordum. Yol uzadıkça düşüncelerim de uzardı. On dört yaşımın tadını çıkaramamanın acısıydı bu. Ayaklarımın altında ezilen sarı yaprakların sesi, içimdeki sessiz çığlığı bastırmaya çalışıyordu.
Kararlıydım. Uzun zamandır kafamda kurduğum şeyi yapmanın zamanıydı. Hava gözyaşlarını bile gizleyecek kadar pusluydu. Zor olacağını biliyordum; hiçbir şey kolay olmayacaktı.
Bugün eve dönerken dökülen gözyaşlarım kendim için değildi, Martin içindi. Elimde onun hayalleri vardı. Jack London onu kelimelerle süslemişti; o ise kaçışını denizle mühürlemişti.
Artık her deniz gördüğümde seni hatırlayacağım, Martin.
Neden yaptın? Senden ben direnmeyi öğrenmiştim. Kusurlarımla, eksiklerimle yaşamayı… Ama sen kaçtın.
Galiba ben de senin o gidişini seçmiştim bir zamanlar. Eve vardığımda sessizlik yüzüme çarptı; ne kadar yalnızdım. Henüz gençliğimin başındaydım ama içimde yılların yorgunluğu vardı. Rüzgâr şiddetini artırmıştı. Ağaçlar neredeyse yere değiyordu. Kapıyı açtım, pencere bir anda çarptı, camlar paramparça oldu. Dışarıdaki fırtına, içimdekiyle yarışıyordu.
Pencerenin önüne çöktüm. Kitabımın son sayfasını yeniden okudum. Kusurlu bir kızdım; diğerlerinden farklı. Kadın güzel ve kusursuz olmalıydı, denmişti hep. Ama ben eksiktim. Martin’in umutsuzluğunda kendi eksikliğimi buldum. Olmayacaktı. Olmuyordu.
Kırılmış camlardan birini elime aldım, bileğime yaklaştırdım. Tam o anda rüzgâr yeniden esti, pencere gürültüyle kapandı. Kitabım yere düştü, sayfaları hızla açıldı. Bir cümle gözümün önünde durdu, sanki bana sesleniyordu:
“İnsan, denize atladığında değil; yaşamaktan vazgeçtiğinde boğulur.”
Elimdeki cam titredi, sonra yere düştü. Sessizlik bir anlığına durdu. Dışarıdan bir çocuk kahkahası geldi. O anda anladım: Belki de kaçmak, gitmek değildi. Belki de en büyük kaçış, kalıp yeniden başlamaktı.
Eskiden her sert dalgada yok olmayı düşlerdim. Ama insan, kendinden kaçamıyormuş. Düşlerinden de…
Bugün yine bir kasım günü. Aradan yıllar geçti. Artık kendimden kaçmıyorum. Kusurlarımı kabullenmeyi, onlarla yaşamayı öğrendim. Rafımda hâlâ Martin Eden duruyor. Her elime aldığımda o günü hatırlatıyor bana. Ama artık o satırlarda umutsuzluğu değil, yeniden başlamanın cesaretini okuyorum.
Bugün de rüzgâr var. Pencerenin önüne geçip çayımı alıyorum. Dışarıda hayat akıyor.
Ve ben, bu kez kaçmadan, onun bir parçası olmayı seçiyorum.
“Deniz bir son değilmiş, Martin… Bazen sadece, yeniden başlamanın aynasıymış.”
O günden sonra hayatın her yankısında o rüzgârı duydum. Ama yıllar geçti, rüzgâr başka sesler taşıdı. Artık deniz değil, toprak konuşuyordu. 6 Şubat 2023’ün gecesiydi. Türkiye’nin dokuz ilini kapsayan büyük bir deprem oldu. Bir gecede şehirler yerle bir oldu; evler yıkıldı, sokaklar sustu. Binalar çöktü, insanlar enkaz altında kaldı.
Üzerinden günler geçti; on gün, belki daha fazla. Belki hâlâ bir yerlerde, sesini duyurmak için bekleyenler vardı. Kendi ölümünü bilmek ne kadar acıdır, diye düşündüm. Kendi son nefesini saymak, sevdiklerinin sesini duyup ama onlara ulaşamamak…
Bir baba, çocuğunun elini bırakmamıştı. Ellerinin arasındaki küçücük parmaklara son bir kez daha baktı. O an anladım: “Erkekler ağlamaz,” derlerdi ya, yalanmış. Erkeği en çok evlat acısı yıkarmış. O görüntü bana geçmişimi hatırlattı. Ameliyat odasına alınırken, kapının arkasında dişlerini sıkarak ağlayan babam geldi gözümün önüne. O kadar tanıdıktı ki o babanın yaşadıkları…
Haberlerde bir amcanın sesi yankılandı:
“Anneyi, kardeşi, babayı, gelini toprağa vermek acıymış sanırdım. Ama en acısı, evladını kendi ellerinle toprağa vermekmiş.”
O cümleyi duyduğumda içimde bir şey kırıldı. Hiç tatmadığım bir acıyı, o babanın gözlerinde hissettim. Sonra düşündüm, belki ben de bir gün anne olacaktım. Ama nasıl sevecektim? Korkmadan, kaybetmeden, unutmadan nasıl sevebilirdim ki?
Yirmi altı yıllık hayatımda çok şey gördüm. Dünya değişti, insanlar değişti. Bir gün sokaklar boşaldı; “Covid” denilen bir virüs hepimizi evlere hapsetti. Anneler çocuklarını, çocuklar babalarını kaybetti. Sonra kendi ülkemde savaş oldu; üç bin şehit verdik. Acılı anneler, gözleri sönmüş babalar, babasız kalan küçük çocuklar gördüm. O zaman da çok ağlamıştık. Ama sonra, unuttuk.
Bak işte, kaçışın en büyüğü unutmaktı. Martin denize atladı, bizse unutarak boğulduk. O, umutsuzluktan kaçtı; biz, acıdan kaçtık. Aramızda fark varmış gibi görünüyordu, ama aynıymışız aslında.
İnsan olmak, acıyı taşıyamadığında unutmakmış. Ama unuttuklarımız, içimizde bir yerlerde hep kalıyor. Yaralar iyileşmiyor, sadece kabuk bağlıyor. Ve bazen o kabuğu bir haber, bir fotoğraf, bir anı yeniden kanatıyor.
Hayat kaldığı yerden devam ediyor. Biz işe gidiyoruz, kahvemizi içiyoruz, planlar yapıyoruz. Ama bir yerlerde, hâlâ o gece donup kalmış hayatlar var. Bir babanın elinde soğumuş bir küçük el, bir annenin son bakışı, bir çocuğun son çığlığı… Ve biz, hepsini unutarak yaşamaya devam ediyoruz.
Belki de insan olmak tam olarak budur; yaşamak için unutmak, ama aslında hiçbir şeyi tam olarak unutamamak.
Belki Martin de bunu anlamıştı; deniz ona son değil, sadece bir ayna olmuştu.
Ve biz…
Biz hâlâ o aynaya bakıyoruz, yaşadığımızı sanarak, aslında biraz eksilerek.
Kaçmalı mıyız?



