Pazartesi, Ekim 27, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Dönme Dolap

Suratımda patlayan tokatla uyanışımın bilmem kaçıncı yılı. Haftada en az bir kez bu hisle açıyorum gözümü. Sabahına nasıl çıkacağımı bilmediğim belirsiz geceler artık beni fazlasıyla yordu. Ne kadar zor da olsa doktorumun dediğini yapacağım artık. Odağımı kaybetmemi sağlayacak yanımda herhangi bir uyaran, arkadaş, eş, dost olmamalıymış. Bunu kendim halletmeliymişim. Sanki buna izin olsa, elinden tutacak kimsem kalmış gibi. Hoş kalsa da, ellisinde bir kadının elini kim tutacak ki?

Ayaklarım geri geri gidiyor. Renk renk ışıklar, ritmine kaptırmaktan kendinizi alamayacağınız yüksek sesli müzik, çocuk kahkahaları, adrenalinin tavan yaptığı anda ağızlardan istemsizce çıkan çığlıklar. Kaynamış mısır kokusuyla birlikte yanık şeker kokusu birbirine karışmış. Bekleyenlerin hiç sıkılmadığı uzun kuyruklar. Yere düşen bozuk para sesleri. Anneleri ve babalarının ellerini çekiştirirken “noolur bi daha” diye yalvaran çocuklar… Tekrar o günü yaşamaya hazır mıyım, bilmiyorum.

Yıllar sonra hasta yatağında elini tutmuş, ona moral vermeye çalışırken; utancından mı yoksa vicdan azabından mı bilemediğim bir sebeple yüzüme bakamıyordu. Bazı itirafları olduğu belliydi ama ben onu dinleyerek vicdanını rahatlatmasını istemiyordum. O olaydan sonra otuz küsür yıl boyunca benimle iletişim kurmaya çalışmaktan hiçbir zaman vazgeçmemişti. Ben reddettikçe, telefon numaramı, evimin adresini değiştirdikçe yılmamış, hep peşimden koşmuştu. Bilmem kahrından, bilmem bakımsızlıktan, bilmem yalnızlıktan hasta olmuş. Uzun bir süre hastanede yattığı haberi gelmişti. Gidip görmedim. O kadar kin doluydum ki affedemiyor, hatta acıyamıyordum bile. Öyle ki hastalığının detayını bile sormamıştım. Bir çeşit kan hastalığı olduğunu duymuştum sadece. Gerisi boş bir his. Kan hastalığı deyince akla ilk gelecek olan lösemiyi bile aklıma getirmemiştim. Aklım, vicdanım, kalbim onu o geceden sonra reddetmiş, daha doğrusu yok saymıştı. Öyleymiş, lösemi.

Dönme dolabın rengârenk yanıp sönen ışıkları gözümü kamaştırıyordu. Her gidişimde önce dönme dolaba binmek istiyordum ama babam onu hep en sona bıraktırırdı. İlk bindiğimde her on dakikada bir tekrar binmek istememden olsa gerek. Beş bilet hakkım vardı: uçak, atlı karınca, tırtıl, dönme dolap. Ama dört oldu. Çünkü dönme dolaba iki tur binilirdi.

Sıra ona geldiğinde koşar adım gider, önce önünde durur, bir süre hayranlıkla izlerdim. Bu sefer koşmama izin vermeden babam ellerimden tutup önüme diz çöktü ve “Sen artık kocaman bir kız oldun, bunları konuşabileceğimizi düşünüyorum,” dediğinde ilk aklıma gelen, yaşım büyüdüğü için dönme dolaba binmeme izin vermeyeceği olmuştu. Anında dolan gözlerimle titreyen dudaklarımı kontrol etmeye çalışırken “Ama babaa, bak benden daha büyükler de biniyor,” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Çünkü öyleydi.

Babam “Tabiki bineceksin güzel kızım, hiçbir insan dönme dolaba binemeyecek kadar büyüyemez,” demişti. Şimdi anlıyorum ne demek istediğini; ancak dönme dolaba binememek sadece büyümekle değil, başka sebeplerle de olabiliyormuş.

“Annenle artık anlaşamıyoruz, biz ayrılmaya karar verdik. Ama seni ikimiz de çok seviyoruz. Bizim tek ve biricik kızımız olarak kalacaksın, seni…”

Babamın sözünü bitirmesine izin vermeden ellerinden kurtulup amaçsızca koşmaya başlamıştım. İki dev adımıyla bana yetişmiş, “Ama sıra bize gelmişti,” diyerek kucakladığı bir olmuştu. Umurumda mıydı dönme dolap? Hem de hiç değildi. Hangi çocuk zorla dönme dolaba bindirilmek zorunda bırakılabilirdi ki; olmazdı. Aksine koşa koşa kendisi binerdi.

Hiç konuşmamış, küsmüştüm babama. Sanki küsersem bana kıyamaz, kararından vazgeçer diye düşünmüştüm on yaşındaki çocuk aklımla. Baktım oralı değil. Dikkatini çekmek için babamın benim için kasnak atma oyunundan kazandığı elimde duran et bebeği hızla aşağıya fırlattım. Dönme dolabın altımıza denk gelen kabinindeki çocuk ağlamaya başlayınca, annesi de babama bağırmaya başlamıştı: “Çocuğuna sahip çıkamayacaksan, annesini de yanına alsaydın.” Babam bunu duyunca iyice sinirlenmiş, bana bir tokat çıkartmakla kalmamış, avazı çıktığı kadar da bağırmaya başlamıştı. “Görüyor musun, attığın bebek alttaki çocuğu yaraladı. Bu kadar şımarıklık da fazla, ben de seni büyüdün sanıyorum.”

İncinen çocuk, gururumu bir kenara atmışlıkla; yediğim tokadın acısını çoktan unutmuştum. Yaptığımın vicdan azabıyla altta ağlayan çocuğa bakmak için aşağıya doğru eğilmiştim. Sonrasını net hatırlamıyorum, acıdan bayılmışım. Dengemi kaybedip aşağı sallandığım sırada babam kolumdan yakalasa da, ayaklarımın çarka takılmasına engel olamamış. Beni hastaneye yetiştirseler de artık hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.

Haberi geldi, bu sefer dönüşü yok, “gidip görsen iyi olur” dediler. Beni görünce heyecanlandı. Hasta yatağından doğrulmaya çalışırken oksijen maskesini çıkarmamı istedi. Konuşmasını istemediğim için önce anlamazlıktan geldim. Israr edince kısa süreliğine çıkardım ama her an geri takabilmek için elim hâlâ üzerindeydi. Kendi başına nefes alamıyordu çünkü. Güçlükle, “Kızım, yıllarca çektiğim vicdan azabından yıldım. Artık buna bir son vermek istiyorum. Biliyorum yaptığımın telafisi yok ve bu senin kaybını yerine getirmeyecek. Ancak bu azabın bitmesinde senin bir payın olursa belki içim biraz da olsa rahatlar, öcünü almış gibi hissedersin,” dedi. Önce bu fikir saçma, hatta canice gelse de sonra düşününce bana da mantıklı geldi. Hem o değil miydi benim hayatımı mahveden? O değil miydi annemi de kahrından öldüren? Onu, yoklukla ve sakat bir çocukla yüzüstü bırakıp giden. Sonradan anladım ki aslında ayrılmalarını ortak kararlarıymış gibi göstermeye çalışmış, annemden başka bir kadınla, başka bir hayat kurmak istemiş ve anneme de bana doğruyu söylememesi için baskı yapmıştı. O kadın şimdi nerede? Babam diyemediğim bu adam, bizden sonra mutlu oldu mu? Şimdi çektiği acı sebebiyle mi bu ızdıraba son vermemi istiyor? Ya da amacı beni başka bir vicdan azabına mı sürüklemek?

Öten makinanın sesinin kendine hayrı yok. Kim duyacak onu dışarıdan? Düz bir çizgi, hayatımın hiçbir aşamasının düzenli olmadığı kadar. Dümdüz, sonsuza kadar düz. Ne yukarı ne de aşağı inecek. Dediğini yaptım ve hiçbir şey olmamış gibi aksayarak çıktım odadan. Ayağım sebepli çok yavaş yürüdüğüm için yakalanmaktan korkarak. Nereye gideceğimi bilerek.

İşte yine bir çocuk ağlıyor, dönme dolaba tekrar binebilmek için. “Binme kuzum, binme yavrum, senin de suratında bir tokat patlamasın. Ayağın bir diğeriyle eş kalsın. Sen de dönme dolap, dönme!”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İnci Ülkü
İnci Ülkü
1976 Kocaeli doğumlu, evli ve bir kız annesi olarak Eskişehir’de yaşamını sürdürmekte olan İnci, Anadolu Üniversitesi İşletme bölümü mezunudur. Yirmi sekiz yıldır çeşitli özel şirketlerin satış ve dış ticaret bölümlerinde yöneticilik yapmış ve halen çalışmaya devam etmektedir. Lise yıllarında yazdığı bir öykünün, edebiyat öğretmeni tarafından kendisine ait olmadığı iddiasıyla yazmaya küstürülmüşken, yaklaşık iki yıl önce yolunun güzel insanlarla kesişmesi sonucu çiçek açmıştır. Böylece tekrar yazı yolculuğuna başlamış ve “Emekli olunca yapılacaklar” listesinin üst sıralarında olan yazma eylemini hızlıca hayata geçirmiştir. “Eve Dönüş” ve “Görülmemiştir” kolektif kitaplarında üç öyküsü yayınlanmış olup halen gelişmeye devam etmektedir.

POPÜLER YAZILAR