Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Gitmeyi Düşünen Kadınlar Kulübü

Kaçışın Kadın Sözlüğü

Kadının gitme, susma, direnme kavramlarını yeniden tanımlaması

Kadınların duygusal dünyasının, kendi ihtiyaçlarına göre değil toplumun çizdiği sınırların içinde şekillenmesi istenir. Oysaki kadının benliğini bulabilmesi için kendisine dayatılanlara direnmesi, söz konusu hazır biçilmiş hayatlardan uzaklaşması gerekir. Kadın ancak kendine ait bir sözlük oluşturarak, bireyselliğini ve yaratıcı gücünü kullanabilirse insana yakışır bir yaşam sürdürebilir.

Gitmek
Toplumun dilinde kadın gidemez çünkü “Gitmek” yasaktır, bunun sebebi de gitmenin toplumsal yapıda  “terk etmek” hatta “ihanet” olarak tanımlanmış olmasıdır. Oysa kadın kendi sözlüğünde gitmek kelimesini  bir kaçış değil, bir varoluş biçimi olarak yeniden tanımlar.
Kadının kendine kalabilmesi için öncelikle gitmeyi öğrenmesi gerekir. 

Gitmek her zaman mekânsal bir değişiklik değil, bir varlık hâlidir. Gitmek kaçış değil, psikolojik bir sınır çizimidir.
 

Gitmek: Ayrışmanın Psikolojisi

Sigmund Freud’a göre insan daima bilinçdışı çatışmalarla hareket eder; Jung’a göreyse bireyleşme süreci, kişinin “kolektif kimlikten” sıyrılıp kendi özüne ulaşmasıyla başlar. Kadının gitme arzusu da bu birey olma sürecinin sembolüdür.

Kadın, “Artık dayanamıyorum,” dediğinde aslında “Ben kimim?” sorusuna cevap arıyordur.
Bu noktada gitmek, bir eylemden çok bir farkındalık hâline dönüşür.
Gitmek; kadın için kendini bir ilişki, bir ev, bir gelenek ya da bir kimlik kalıbı içinde kaybetmemek için alması gereken içsel bir karardır.

Gitmek: Kendilik Sınırlarını Çizmek

Kadının gitme arzusu, kaçış değil bir “ayrışma” ihtiyacı olarak algılanmalıdır.
Psikolojide “bireyleşme” (Jung’un deyimiyle individuation), kişinin kendi öz benliğiyle temas kurmasıdır. Gitmek, kadının “ben”ini, “biz” içinde kaybetmemek için verdiği sessiz mücadeledir.

Gitmeyi düşünen kadın, kendi kimliğini yeniden inşa eder, “Ben kimim?”, “Ben ne istiyorum?” sorularını sormaya cesaret eder.
Simone de Beauvoir, İkinci Cins’te kadının tarih boyunca “öteki” konumuna hapsedildiğini söyler. Gitmek, bu “ötekilik”ten çıkışa doğru atılan ilk adımıdır. Gitmek, Beauvoir’ın deyimiyle, “kendini özne kılma” cesaretidir.
Yani kadın, yaşamının merkezine başkalarının gözünde ne olduğunu değil, kendi bilincinde kim olduğunu yerleştirir. Gitmek bu yüzden kaçış değil, kendini var etme edimidir.

 Kadın gitmeyi seçtiği anda, dışsal bağımlılıklardan sıyrılıp, içsel özerkliğe adım atar.

Susmak

Susmak, kadının en yanlış anlaşılan eylemidir. Esasen kadının suskunluk tercihi korkudan ya da itaatten değil, bilgelikten doğar. Dış dünyada yankılanan ses susturulduğunda, iç dünyada yetkinlik başlar. Dünyanın çalçene gürültüsünden kendini koruyabilmenin en zarif yolu, sessizliği anlamaktır.  

Kadın; duygusal şiddet, küçümsenme ya da anlaşılmama korkusuyla sessizleşir. Freud buna “bastırma” der; Jung ise “gölgeyle yaşamak.”
Ama bazen susmak, bilinçli bir seçimdir; kendini toparlamak, sözcükleri yaralamadan saklamak, sözcüklerin açtığı yaraları sarmalayabilmek için gerekli bir içe dönüş hâlidir.

Suskun kadın, sessizliğindeki bilgeliği fark etmiştir.

Susmak: Bastırmadan Bilinçli Sessizliğe

Freud’un bastırma (repression) kavramı, duyguların bilinçdışı alana itilmesini anlatır.
Toplum, kadına “Fazla konuşma!”, “Sabret!”, “Uyum sağla!” dediğinde, bütün gücüyle kadını bastırmaya yönelir. Kendi sesini, öfkesini, arzusunu susturmasını ister.

Ama kadının kendi sözlüğünde tanımladığı olgunlaşma sürecinde susmak, “farkındalık” göstergesidir. Böylece kadın, artık dış dünyanın gürültüsünden değil, kendi iç sesinden beslenir.
Susmak, geri çekilme değil, içsel işleme sürecidir. 

Psikoterapi literatüründe bu durum “iç gözlem” (introspection) olarak tanımlanır. Kişi, dışarı değil, içe yönelerek duygularını yeniden anlamlandırır.
Kadın sustuğunda kelimelerini değil, duygularını düzenler. Böylece iç sessizliği ile büyümeye başlar. Sessizliği onu kendi dünyasının liderliğine taşır.

Susmak: Düşüncenin Mekânı Olarak Sessizlik

Kadının susması, toplumsal baskının dayattığı edilgen bir sessizlik değil; bilinçli bir varoluş mekânıdır. Kadın susarken düşüncesi yoğunlaşır, sözden değil, anlamdan beslenir.

Susmak, böylece bir boyun eğişten çıkıp varlığın derinliğini dinleme eylemine dönüşür.
Kadın, sustuğunda düşünür ve çoğu kez düşünmek susmanın tek biçimidir.

Direnmek

Direnmek, sabırsız ve öfkeli olmak değildir; kendi sınırlarını koruma mücadelesidir.
Kadının direnmesi kırılmadan esnemek, yıkılmadan eğilmek, kaybolmadan dönüşmektir.

Direniş, kadının kendini kaybetmeden hayatta kalma biçimidir. Bu direniş, dışarıya karşı değil, çoğu zaman içteki çatışmalara karşı verilir.
Kadının bir yanda toplumsal roller (iyi anne, sessiz eş, fedakâr kız), diğer yanda bireysel benlik (kendi arzuları, düşünceleri, bedeni) ile tanımlanan iki dünyası vardır. Direniş, bu iki dünya arasında psikolojik denge kurma çabasıdır.

Kadının, artık “uyum” ile “kendilik” arasında seçim yapması gerekmez, ikisini birleştirmeyi öğrenir. Direnmek, bir anlamda kendi iç sesine sadık kalmanın adıdır.

Direnmek: Kimliğin Bütünlüğünü Koruma Sanatı

Direniş, psikolojik açıdan bir benlik bütünlüğü mücadelesidir.
Kadın, toplumsal rollerin baskısı altında, “iyi anne”, “fedakâr eş”, “uysal kız” kalıplarına sığdırılmak istendiğinde, ister istemez içsel bir çatışma yaşar.

Carl Rogers’a göre sağlıklı kişilik, kişinin iç deneyimiyle dış davranışlarının tutarlı ve uyum içinde olmasıdır. Direnen kadın, bu tutarlılığa sahip çıkar.
Direnmek, öfke kusmak değil; kendine sadık olma, psikolojik sınırlarını koruma, benliğini silmemeyi öğrenmektir.
Kadın fark eder ki: Direniş, dışarıdaki düşmanlara değil, içteki kendini inkâr mekanizmalarına karşı verilir.

Direnmek, herhangi bir galibiyet için savaşmak değil; kendi bütünlüğünü korumaktır.

Direnmek: Etik Bir Eylem Olarak Var Olmak

Direniş, felsefede salt karşı koyma değil, var olmanın onurudur.
Albert Camus, “Başkaldırıyorum, öyleyse varım,” derken insanın anlam arayışını başkaldırıyla özdeşleştirir. Kadın direndiğinde, yalnız bir toplumsal düzeni değil, anlamsızlığı da alt etmeye çalışır.

Direniş, kadın için etik bir sorumluluktur. Çünkü o, yalnız kendisi için değil, henüz kendi sesini bulamamış tüm kadınlar adına da direnir.
Bu anlamda direniş, Beauvoir’ın özgürlük etiğini taşır. “Bir insanın özgürlüğü, diğerlerinin özgürlüğüyle başlar.”

Sartre’ın, “kendini seçimleriyle kuran varlık” anlayışı, burada somutlaşır:
Kadın artık kaderin öznesi olmaktan çıkarak, seçimlerinin yazarı hâline gelir.

Kaçışın Ontolojisi

Kadın kendi sözlüğünü yeniden yazdığında, kelimeler artık varoluşsal bir içerik kazanır:

  • Gitmek, toplumsal rollerden değil, yabancılaşmadan kaçıştır.
  • Susmak, edilgenlik değil, düşünsel derinliktir.
  • Direnmek, savaş değil, varoluşun ahlâkıdır.

Her sağlıklı kaçış, sonunda bir yeniden doğuşa çıkar. Kaçış artık zayıflık değil,
varoluşun biçim değiştirmiş bilgelik hâlidir.

Gitmek, susmak, direnmek hepsi aynı yolda buluşur:
Var olmanın en derin hâli,  “kadınca” bir bilince ulaşmaktır.

Füsun Esen Günaydın
Füsun Esen Günaydın
1965 Ankara doğumlu. Ankara ve Kuşadası’nda ikamet ediyor. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Gıda Müh. Bölümünde tamamladı. 15 yıl çeşitli alanlarda çeviriler yaptı. Halen değişik platformlarda deneme ve öykülerini yayınlıyor. Ayrıca “fusunesen.com” adresinde bir web sitesi yönetiyor.

POPÜLER YAZILAR