Özel hissettirilmek, doğru bir kaçış noktası mı? Ya da sadece bir yanılsama mı?
Deniz kendi duygularını tanımıyordu. Aynaya baktığında gördüğünü değil, eksikliğini duyuyordu. Ve o boşluğu kapatacak bir “kaçış noktası” arıyordu.
Lisenin son senesiydi; herkesin zihninde sınav tarihleri dolaşırken, cumartesi geceleri bütün o telaşın askıya alındığı bir kaçak bölge gibiydi. Dört kişiydiler; sözde sıkı bir dostluk halkası. Hiçbiri gerçekten evde kalmak istemiyordu; zira sessizlik, insanı kendisiyle baş başa bırakırdı. O yüzden dışarıda olmak daha güvenli geliyordu.
O gece bir bara gittiler. Deniz’in gözü ilk kez Ege’ye takıldı. Ege biraz büyüktü, kendinden emin, tehlikeli bir sakinliği vardı. Deniz onunla konuşurken, annesinin “geç kalma” sesi uzaktan çınlıyordu ama duymazdan geldi. Barın içi kalabalıktı, ama Deniz için o an, kalabalık flu bir arka plana dönüşmüştü. Ege’nin yüzü dışında hiçbir şey net değildi.
Ege bir an ona eğildi. “Biraz dışarı çıkalım, baş başa” dedi. Sanki soru değildi, sanki olması gereken buydu. Deniz bir an bile düşünmedi. Arkadaşlarından biri koluna dokundu: “Deniz, saat çok geç oldu. Eve dönmeliyiz. Çıkalım artık” dese de, Deniz kısa bir an için duraksadı. Ev… mutfak lambasının altında bekleyen anne… kapının önündeki o soğuk sorgu cümleleri film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Bir anda Ege’nin “Saat daha çok erken, gel hadi” deyip kolundan çekiştirmesi ile son buldu. Deniz arkadaşlarına el sallamakla yetindi.
Peş peşe çıkış yaptılar. Arkadaşları isimlerini seslense de Deniz duymamazlıktan geldi. Ege’nin arabasına bindi. Ege klasik etkileyici erkek yalanlarını kurmaya başladı. Yolda Deniz’e dönüp “o bar da ilk ve son gözüme çarpan tek güzel kız sendin” dedi. Hatta “arkadaşlarının içinde de en havalısı sensin” gibi cümleler kurdu. Deniz kalbinin sesini bastırmaya çalışıyordu.
Ege’nin arabası villanın önünde durduğunda Deniz, hayatında ilk defa bir lüksün orta yerine yabancı biriyle adım atıyordu. Ama bilmediği bir şey vardı: Ege; genç kızlar üzerinde psikolojik manipülasyon kurarak onları kendine bağlayan, duygusal boşluklarını ve onay ihtiyacını çok iyi koklayan bir karakterdir. Kendini zengin, ayrıcalıklı, “ulaşılamaz erkek” gibi göstererek başlar; son model arabalar, şık evler (kiralık evler) onun için sadece birer sahnedir. İlk anda özel hissettirir, “seni seçtim” hissi verir, böylece kızın kendine şüphe duyan tarafını hızla yakalar. Ama bu bağlanma gerçeğe değil, manipülasyona dayanır: idealize et, kontrol et, değersizleştir. Ege ilişkiyi sevgi için başlatmaz; egosunu beslemek, üstünlük hissini sürdürmek için başlatır. Birini “özel seçilmiş” gibi hissettirmek onun avlanma stratejisidir. Ve kız onun gözünde artık “işini görmüş” bir eşya haline geldiğinde, hiçbir açıklama yapmadan yok olur; inkâr eder, küçümser, suçu diğer tarafa atar. Ege için mesele aşk değil; “güç gösterisi”dir. Bu oyunu yıllardır sürdürür ve çoğu zaman da kendine yeni bir başlangıç maskesi takar: bugün Ege’dir, yarın başka isim değişir, hikâye hep aynıdır.
İçeri girdiler. Deniz tedirgin olsa da Ege ne derse yapmaya hazırdı. Gece sis gibi aktı. Ve sabah uyandığında makyajı akmış, kıyafetleri yerlere saçılmış halde buldu. “Ege?” diye seslendi ama cevap alamadı. O çoktan gitmişti. Masanın üstünde bir not ve kahvaltı vardı. “Çıkmak zorundaydım, çok güzel uyuyordun. Uyandırmak istemedim. Dün gece çok özeldi”. Deniz o cümlede “dün gece” kısmından sonra dondu. “Dün gece mi? Ne oldu ki? Özel mi?” diye düşündü.
Deniz, hızlıca üstünü başını giydi. Mecburen eve gitti. Annesine yakalanmadan odasına kaçmak istedi ama mutfağın kapısından annesinin sesi duyulmuştu: “Bu saatte mi gelinir? Kaç kere aradım, mesaj attım neden cevap vermiyorsun? Sana gece 10’u geçirme diyorum sen sabah geliyorsun. Baban duysa seni kapının önüne koyar!”. Annesi bağırdı: “Ne demek uyuyakaldın? Kimde? Nerede kaldın? Bana yalan söyleme! Leş gibi de kokuyorsun! Bu yaşta bu kadar içilir mi?”. Deniz, hızlıca kendisini odasına attı kapısını kapattı ve telefona yöneldi ama Ege’den haber yoktu. Aynada kendisine baktı ve korkunç halde olduğunu anladı. Deniz, arkadaşlarını tekrar aradı. Ama onlar da açmadı. O gün, Deniz ilk defa “bir geceliğine de olsa kendimi özel hissettim…” diye içinden geçirdi.
Akşam Ege’den mesaj geldi: “Yarın okula gitme. Seni köşeden alacağım. Sabah hazır ol”. Cümleler kısa, emir gibiydi. Ama Deniz’in içini bir anda sıcak bastı. Ege, sanki onun hayatını planlıyordu artık. Sabah uyandığında Ege’nin mesajını tekrar tekrar okumuştu. Dün sabahkinden daha iyi görünmek zorundaydı, çünkü Ege her zaman jilet gibi giyinirdi. Mutfağa geçti. Annesi kahvaltı hazırlıyordu. Deniz “Ben çıkıyorum… okula gidiyorum” dedi. Annesi “Geç kalma!” dedi. Deniz kapıyı kapatırken sadece içinden “geç kalmam” diye geçirdi. Ayakları okul yoluna değil, Ege’nin mesajda söylediği köşeye doğru yürüdü.
Sokağın başına vardığında bir araba yanaştı. Ege’nin arabası, camı indirdi. Sanki dün gece hiçbir şey olmamış gibi gülerek: “Hazır mısın?” dedi. Deniz, bir saniye bile düşünmeden kapıyı açtı ve bindi. Deniz okulu asmaya başlamıştı. Ege’nin sözleri hep benzerdi: “Okul dediğin şey o kadar da önemli değil Deniz, hayatı yaşa…”. Deniz evde annesiyle gergin, babadan saklıyor, arkadaşlarla bağı zaten koptu. Ve Deniz’in zihni şu duyguya oturuyor: “Bana bu hayatta tek iyi gelen Ege hissi sarmıştı. Benim tek kaçış noktam Ege”.
Deniz bir hafta sonra ilk kez okula gitmeye cesaret ettiğinde, bakışların tonu yabancıydı. Koridora adım attığı anda, iki kızın fısıldaşmasını duydu: “O işte… o kız… Kendinden yaşça büyük bir adamla takılıyormuş…”. Sınıfa girdiğinde fısıltılar kesilmedi. Arkadaş sandığı o iki kız, gözlerini kaçırdı. Biri defterini toplayıp yer değiştirdi, hiçbir şey söylemeden sadece “mesafe” koyarak. Deniz’in içi buz kesti. Gözlerde gülümseme yoktu bile… damgalama vardı. Sanki herkes onu adıyla değil, dedikodu versiyonuyla tanıyordu. Deniz’in boğazı düğüm düğüm oldu. Çantasını aldı. Ders zili çalmadan, sınıftan çıktı. Koridorda koşmaya başladı. Her adımda aynı cümle zihninde: “Ben buraya ait değilim. Ege haklıydı”. Deniz o gün okuldan kaçtı.
Ege’yi aradı ama Ege cevap vermedi. Tam eve dönecekti ki Ege aradı “Yarım saat sonra sizin alt sokağa gel” dedi. Deniz bindiğinde Ege sigarasını cama doğru çevirdi, sanki çok sıradan bir konudan bahseder gibi başladı: “Ne oldu? Dur tahmin ediyorum okulda dedikodular başladı. Ben sana söylemiştim. Onlar seni kıskanıyor Deniz. Güzelliğini görüyorlar ama kabullenemiyorlar”. Ege devam etti, çok sakin: “Sen onların gibi sıradan değilsin. Okulmuş… sınavmış… bunlar boş iş. Hayat okulda başlamıyor sen benim yanımda olunca… başka bir şeye gerek yok”. Deniz, zihninde okulun değeri ufaldı. Ege, sakin kendinden emin ve derinden etkili ses tonu ile “Bugün sen de ayrı bir güzellik var farkında değil misin?” dedi ve yanağına öpücük kondurdu. Deniz içten içe kızarmaya başladığını fark ediyordu. Ege konuşmaya devam etti: “Ve yanında da sana gerçekten değer veren bir adam var”.
Deniz: “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. Ege ise “Bir önemi var mı? Birlikteyiz sen bizimle ilgilensene…” dedi. “Geldik,” dedi. “Burası rahatlaman için iyi olacak” diye de ekledi Ege. Çok geçmeden Ege kapıyı açtığında salon ışıl ışıldı; yaşam izleri değil, vitrin izleri vardı. Ege kadehi ona uzattı. “Nasıl daha iyi misin sevdin mi burayı” diye sordu. Deniz: “Evet güzelmiş ama diğer evine ne oldu?”. Ege: “Orası tadilattaydı… burayı beğenmedin mi yoksa?” diye sordu. Deniz: “Sen yanımda ol bana yer fark etmez…”.
Saat geçiyordu geceye yaklaşmıştı ki Deniz gitmek zorundaydı. Ege “bu güzel anı bozuyorsun yani peki” der. Arabaya binerler ve Ege, Deniz’i aldığı yere geri bırakır. O anda yine öpmeye yeltenir, ama Deniz ‘annemler görür’ diye geri çekilir. Eve döner ve Deniz: “Şimdiden özledim” diye mesaj atar. Ege cevap vermedi.
Telefonu bir süre sessiz kaldı. Bu kez WhatsApp’tan okul grubunda bildirimler yağmaya başladı. Deniz ile Ege’nin sarmaş dolaş olduğu fotoğraflar grupta hızla yayılıyordu. Deniz, Ege’yi tekrar tekrar aradı. Ege en sonunda açar “Yine ne oldu? Meşguldüm. Her şeyi kontrol edemem. Ama eğer sen benim kurallarıma uyarsan… her şey daha kolay olacak”. Deniz ağlayarak olanları anlatmaya devam etti. Ege: “Onlar seni anlayamaz. Ben anlarım. Beni dinle, bana güven. Bırak onlar istediğini konuşsun; Deniz bir kez daha yalnız kaldı, onun için bu kadar önemli olan bir konu Ege için önemsizdi. Her zaman yanında olan o adamın umarsızlığı yüzünden kendi başına mücadele etmek zorunda kalmıştı. Ege yakın, Ege uzak; bir gün evlenir gibi bakan bir ses, ertesi gün soğuk, meşgul bir kısa mesaj.
Deniz’in içindeki çukur derinleşiyordu: bir yandan kendisini özel hissediyor, bir yandan dış dünyaya kapı kapanıyordu. Arkadaşlar gitti; aile daha sert konuştu. Ege’nin oyunları, kurbanın dünyasını paramparça eden bir ritüeldi: umut verip çekme, değer verip susma, sahiplenip uzaklaşma. Deniz her defasında, o kısa sıcak sözün peşinden gidiyordu: “Yanında sana gerçekten değer veren sadece ben varım”. Ve bu küçük söz, zamanla onu kendi dünyasından koparıyordu.
Sabah okulun kapısına geldiğinde telefon titreşti, tek bir mesaj vardı. Ege: “Girme. Bugün benimlesin. Aşağı parka gel”. Sanki okulun kapısı bir anda anlamını yitirdi. Deniz okula bir adım bile atmadan geri döndü. Sokağın köşesindeki küçük parka doğru yürüdü.
Parka girerken elleri titriyordu. Deniz dudaklarını ısırarak söyleyebildi: “Dün akşamdan beri yoktun… bir açıklama bile yapmadın… bir şey oldu gibi hissediyorum ama… anlayamıyorum”. Ege bir saniye bile düşünmeden Deniz’in cümlesini kendi lehine çevirdi. Gözlerinde o tanıdık, soğuk kibir vardı. “Dur tahmin edeyim…” dedi. “Bu sinirin sebebi ben değil. Okuldaki o basit arkadaşlarının senin hakkında çıkardığı dedikodular…”. Deniz’in sesi yükseldi: “Dedikodu mu?? Fotoğraflarımız gruplarda dolaşıyor diyorum sana, daha ne olması lazım?”.
Ege bir adım yaklaştı. Sesini alçalttı. “Beni suçlama Deniz. Ben sana hiçbir şey yapmadım. Onlar seni aşağı çekmeye çalışıyor. Hem ne var yani birlikte fotoğrafımız paylaşılmış?”. Bu cümle karşısında Deniz çöktü. Ege gözlerini kısmış bir halde, sesini bilerek kısarak söyledi: “Yani Deniz, beni değil kendi zihnini suçluyorsun şu an”. Ve asıl darbeyi burada vurdu: “Çünkü içten içe… sen zaten ‘hak ettiğini’ hissediyorsun”. Deniz’in boğazı düğümlendi. Sonunda sadece şunu söyleyebildi: “Yanımda olmanı beklerdim”.
Ege bir an durdu. Yüzünde “bak işte tam aradığım zayıflık” ifadesi vardı. “Ben yanındayım Deniz. Sadece sen, doğru insanları seçemiyorsun”. Ege elini kaldırdı, Deniz’in çenesini hafifçe parmaklarının arasına aldı. Bu dokunuş, mülkiyet işareti gibiydi. Sonra fısıltıyla devam etti: “Ben hep yanındayım. Ama sen benimle olmayı seçtiğinde… hiç kimse senin hakkında konuşamaz. Çünkü sen nasıl davranacağını biliyor olursun”.
Deniz’in siniri, kırgınlığı, korkusu “teslimiyete” döndü. Ege yumuşak bir tonda söyledi: “Okulu boş ver, Deniz. Hadi gel, bana gidelim”. Ve fısıltı gibi, ama emir gibi: “Senin mutluluğunun sırrı benim”. Deniz, o anda “evet” derken kendi hayatından bir tuğlayı daha çekip atıyordu.
Bu seferki ev farklıydı. Ege elini ceplerine koydu, yüzünde sıradan bir gülümseyiş. Ege mağrur bir edayla bazı küçük ayrıntıları gösterdi. “Şurayı seviyorum,” dedi. “Burası benim saklanma yerim.” Dahası, gözleri Deniz’e gelince sesi yumuşadı: “Burada sadece seninle olmak istiyorum”. Ege onu bir köşeye oturttu, küçük jestlerle iltifat etti. “Bunu yaptım çünkü senin için en iyisini istedim,” dedi. “Burası sana aitmiş gibi hissetmeni istiyorum”. O cümle, Deniz’in içinde ne kadar delik varsa hepsini bir an tıkadı. Ege, usulca ekledi: “Yarın da gelirsin, değil mi? Burada senin için oluyor her şey”. Deniz hızlıca, çarpılmış bir biçimde, “evet”e dönüştü.
Ege mutfağa geçti. Hiç sormadan Deniz için de içki doldurdu. “Rahatla. Bu şehirde kimse seni böyle anlayamaz”. Ege, kendi kadehini kaldırdı, gözlerini gözlerine dikti: “Bugün buradasın. Bu yeterli”.
Ertesi sabah Deniz gözlerini açtığında yatak hâlâ sıcaktı. Yine Ege yoktu. Yastığın kenarında buruşturulmuş küçük bir kâğıt vardı. Üstünde sadece şu cümle yazıyordu: “Ben sana iyi geliyorum, kabul et. Çünkü sen de bana…”. Üç nokta. Devamı yok. Anlamı tamdı: bağlılık. Eksik bırakılmış bir cümleyle bile onu kendine bağlayan bir oyun.
Deniz, defalarca okudu cümleyi. Okula gitmek zorundaydı. Okul kapısından içeri adım attığında içerdeki hava bir anda ağırlaştı. Koridorun ortasında yürürken herkesin bakışlarını ensesinde hissetti. Sözler, bu sefer doğrudan kulak zarını yırtan bir netlikteydi. Birden müdürle göz göze geldi. Müdür sert ama yumuşak bir ses tonuyla: “Deniz, odama gel” dedi.
Odanın kapısı kapandığında müdür sordu: “Ne bu halin? Sana ne oldu?”. Müdür çekmeceden küçük aynayı çıkarıp Deniz’in eline zorla bıraktı.Deniz ”Evden geliyorum” dese de Müdür: “Evden mi? Bu şekilde mi?” dedi. Deniz aynaya baktı. Boynunun hemen altında, çene ile köprücük arası o ince deride küçük, mora çalan birine ait iz vardı. O an Deniz’in yüzü buz gibi kesildi. Müdür sert ve net sordu: “Evden bu şekilde mi çıktın?”. Deniz cevap veremedi. O iz, hafif, küçük, ama sahiplik iziydi.
Deniz odadan çıktı. Kapıyı açtığı anda sınıfın havası değişti. Konuşmalar kesildi, ama yargının bittiği anlamına gelmiyordu. Fısıltılar ve alaycı sesler üstüne doğru yürüdü: “Akşam yine o herifleymiş…”. “Bu kız iyice saçmaladı”. Kendi içinden, çok sessiz bir cümle geçti: “Ben baş edemiyorum… Ben… buraya ait değilim artık”. Sandalyeyi bile çekmeden aniden dönüp çıktı sınıftan. Kendini tuvalete attı ve kapıyı kilitledi. Telefonunu titreyen elleriyle çıkardı. Ege’ye mesaj yazdı: “Beni ara. kötü durumdayım”. Hiçbir mavi tiki bile beklemeden ekranı kapattı.
Deniz eve girer girmez annesi karşısına dikildi. Sesi saklamadı: “NEREDEYDİN SEN?”. Annesi elini Deniz’in saçına uzattı, öfkeyle tutup yana çekti. Boynundaki iz ortaya çıktı. Salonda adeta bir avaz gibi patladı: “Baban görse ne cevap vereceksin? Biz kızımızı okula gönderiyoruz, kendisi kim bilir kimlerle, nerelerde ne yapıyor! Yazıklar olsun sana! Sen… hele şu sınavı bir kazanamayıp ben o zaman göstereceğim, görüşmeyeceksin o herifle, kimse duydun mu beni?!”. Annenin gözlerindeki hayal kırıklığı, Deniz’e daha ağır değdi; utanma herkesin görebileceği bir iz taşıyordu artık. Deniz sadece içinden krizden kaçmanın, kendisini yok etmenin yollarını düşünüyordu.
Geceyarısı evde lambalar sönmüşken, telefon bir anda titreşti. Ekranda Ege’nin adı görününce Deniz’in kalbi başka bir ritme geçti. Ekranda beliren kısa mesaj ya da titreşen çağrı değil bu kez sesli: “Aşağı in, seni bekliyorum”. O üç kelime Deniz’i yerinden kaldırdı. Ayakkabılarını bile bağlamadan merdivenlerden indi.
Sokakta Ege’yi görür görmez dizleri boşaldı. Dilinden ilk önce annesinin, evin, okulun bütün baskıları döküldü. “Annem… öğrendi. Beni, bizi… ben ne yapacağım? Beni anlamıyorlar, utandırıyorlar. Yüzüme bakamıyorum…”. Ege sessizce dinledi, sonra onu daha sıkı çekti. Ege alçak bir sesle, kararlı bir tonda fısıldadı: “Kaçırıyorum seni. Hadi, gel.”.
Deniz içinden gitme isteğini defalarca saydı: gitmek, kaybolmak, yeniden doğmak… Ama bir parça daha cılız bir ses yükseldi: “Yapamam” dedi Deniz. Ege daha da yaklaştı, sesi sakin ama zorlayıcıydı: “Ben hallederim. Bana güven. Sen sadece gel, gerisini bana bırak”. Ege’nin gözlerinde sahte bir koruma ve gerçek bir talep vardı: teslim olmasını isteyen bir güç.
Deniz sonunda, dizlerinin üstüne çöktü ve sessizce ağlamaya başladı. Ege, Deniz’in ağladığını görünce kollarını gevşetmedi, tam tersine daha da sıkı tuttu. Ses tonu değişti, yumuşak değil daha sert. “Sen bu kadar korkak mısın?” dedi. Ege devam etti, cümleleri bıçak gibi, suçlayıcı: “Annenden bu kadar mı korkuyorsun? Bir kere konuşur, ikincisinde susar”. Ege yüzüne daha yaklaştı, fısıltı kıvamında ama emir gibi: “Hem sen de beni istiyorsun ki şu an yanındasın”. Bir elini Deniz’in çenesine hafifçe koydu: “Hadi… nazlanma”. “Kaçıyoruz… Biraz takılır, döneriz”. Bu, bir sahiplenme adımıydı. İşte o an Deniz ile kendi iç sesi ilk kez birbirine ters düştü.
Ege telefona bakıp hızlıca cevap verir, sesi kısık: “Alo? Tamam. Bir işi de bensiz halledin, tamam mı? Geliyorum kapat”. Telefonu kapatır kapatmaz Ege Deniz’e dönüp, soğuk ve kesik bir şekilde: “Benim gitmem lazım” dedi. Sonra kapıyı açıp indi, Deniz’i arabadan çıkarırken kolunu hafifçe itti. “Sen buradan gidersin”. Cümlesinin tonu “sen önemsizsin”di. Ege kapıyı sertçe kapattı. Ne açıklama… Ne geri dönüş vaadi… Ne de bir merak. Sadece uzaklaşan arabanın sesiydi ve boşluk. İçinde bir cümle yankılandı: “Beni hiçbir şeye dahil etmedi”.
Tam uykuya dalacakken ekran parladı. Ege: “yarın sınavda başarılar”. Bir saniye sonar ikinci mesaj geldi. “yapamazsan da ben yanındayım”. Sonra bir tane daha. “bana gelirsin”. O üç cümle beyninde bir anestezi etkisi yarattı. “Yapamazsan da ben yanındayım” cümlesi Deniz’in içindeki tüm korkuları uyuşturdu. Ve o gece Deniz şunu düşündü: “O beni bırakmadı. Demek hâlâ varım”.
Ertesi sabah Deniz, o cümleleri hafızasında taşıyarak çıktı evden. Okulun köşesini dönerken tanıdık bir arabanın fren sesini duydu. Kapısı açıldı ve arabadan Ege çıktı. Bir saniye sonar yan koltuktan bir kız indi. Deniz dondu. O kız başka okuldan arkadaşı Didem’di. Didem, Ege’nin boynuna sarıldı. Ege ise tek koluyla onun belini çekti bir an durdu, hiç sakınmadan: Didem’in dudağına küçük bir öpücük kondurdu. Gündelik bir selamlaşma gibi.
Okul bahçesi sınav çıkışı insan kaynıyordu. Deniz merdivenlerden indiğinde gözleri Didem’e takıldı. Yürüdü. “Didem…O seninle mi? dedi. Didem başını çevirdi, yüzünde mahcup bir mutluluk yayıldı: “Evet. Murat… benimle”. Deniz’in nefesi kesildi Ama o Ege demek istiyordu. Didem devam etti: “Biliyor musun?” dedi. “Onun yanında kendimi… başka biri gibi hissediyorum.”. “Sanki beni seçmiş gibi. Sanki kalabalığın içinden beni görmüş gibi”. O anda “sanki kalabalığın içinden beni görmüş gibi” cümlesi Deniz’in göğsüne saplandı. Çünkü birkaç gün önce Deniz aynı cümleyi içinden geçirmişti. Deniz şunu fark ediyordu: O “özel hissetme” bir eşsiz olma değil döngünün bir parçası.Murat mı yoksa Ege mi ya da başka bir adı daha vardı ve Deniz bunu yeni anlıyordu… Ve Didem şu an o döngünün içindeki “gelecek kurban”.dı
Peşine Murat geldi ve Didem’in yanından öptü. “Hayatım, sınavın nasıl geçti?” dedi Didem’e. Sonra Deniz’i gördü. “Deniz? Sen? Sen de mi buradaydın?”. Deniz bir an dilini tutamadı: “Ege,Beni kendine bağladın! Benimle oynadın! Ve sıra Didem’e mi geldi?!.Ya da Murat mı hangisi gerçek adın? O bile yalandı her şey yalandı…
Murat hiç ürkmeden, sakince: “Arkadaşının sorunları var herhalde” dedi. Deniz araya girdi: “Didem… yanındakine dikkat et. Seni de kullanıp atacak. Tıpkı bana yaptığı gibi”. Murat hemen Didem’in kulağına doğru eğildi: “O kadar güzelsin ve özelsin ki… seni kıskanmış belli”. Murat tek kaşını kaldırdı: “Deniz benim yakın arkadaşımın takıldığı sıradan bir kızdı” dedi. Ve ekledi, buz gibi: “Herif bunu terk etti diye şimdi hepimize saldırıyor.”. Deniz bir an daha dayanamadı. Murat hâlâ devam ediyordu: “Ben sana hiçbir şey açıklamak zorunda değilim”.
Deniz bir anda kapı duvar olmuş gibi kalmıştı. Sessiz sedasız eve döndü. Günler geçti. Yaz geldi. Denizler tatile çıktılar. Kasaba sade ama huzurluydu. Deniz ilk kez içinin biraz hafiflediğini hissetti. Kaldıkları otelin plajında çalışmaya başladı. O küçük görevler ona iyi geldi.
Bir gün, öğle sıcağında telefonuna mesajlar yağmaya başladı: “Sonuçlar açıklanmış!”. Deniz hemen siteye girdi. Ve ekranda gördü: “Bir programa yerleşemediniz.”. O an kalbi yeniden sıkıştı. O geceden kalan bütün sahneler tek tek geri geldi.
Bir süre sustu. Sonra annesi odaya girdi, yüzüne baktı ve sadece şunu söyledi: “Ah kızım ah… kaçtığına değdi mi?”. Deniz cevap veremedi. Çünkü ilk kez kaçışın savunmasını yapamıyordu. Ve o an içinden şu cümle geçti: “Ben… sadece ilk defa başkasının gözünde özel hissettim.”.
Kendi duygularını tanıyan insan; başkasının onu özel olduğuna inandırmasına ihtiyaç duymaz ve kendisinden kaçmaz



