Buradayım, ama tam değil.
İnsanın bir ortamda oturup, içinden çoktan başka bir yere geçmiş olması…
Psikologlara göre bunun iki açıklaması var:
Biri “duygusal aşırı yüklenme” diğeri ise “kendini koruma mekanizması.”
Benim açıklamam ise daha basit:
Sıkıldım…
Bunu psikoloğumla konuşuyor olsaydım sanırım, duyacağım sözler şunlar olurdu ;
“Hele anlatın bakalım, çocuğunuzlukta ne oldu?”
Benim onlara cevabım kısa olurdu:
“Hiçbir şey olmadı, gerçekten hiçbir şey. Fabrika ayarlarım böyle, ne kadar reset atsam ki çok denedim. Net sıkılıyorum…”
İçinde bulunduğum odadan fiziksel olarak ayrılmadan, zihinsel olarak başka bir bölüme geçmemin adı, psikoloji kitaplarında “disosiyatif mikro kaçış” falan olabilir.
Buna benim açıklamam ise, kesinlikle isim hakkı bana ait olarak “Kaçak Zihin”.
Mesela, toplantıdayız. Konu belli, önden sunumlar paylaşılmış, tüm detaylar yazılmış, fikirler havada uçuşuyor. Ama ben beşinci dakika da yokum, çünkü konuyu dinledim anladım, ve sıkıldım.
Ve kapanıyorum.
Ne dramatik bir sebep var, ne karmaşık bir travma analizi.
Sadece gündelik zihinsel ekonomi.
Terapiye başlasan sana hemen gelecek ilk bir iki cümleden birini söylüyorum :
“İnsanın kendine şefkat göstermesi gerekir.”
Ben buna çok gülüyorum.
Ben kendime şefkat göstermiyorum…
Ben kendimi dış dünyadan kaçırıyorum.
İçimde bir alan var, tam olarak tarif edemediğim bir iç oda.
Kapısı gıcırtısız.
Havası düz, ılık, nötr. Üşümüyorsun ama çok da sıcak değil. Tam istediğin gibi.
Buraya ne duygu giriyor, ne kalabalık, ne soru. Kahve içmek istersen, kalkıp yapmana gerek kalmadan düşünmen yeter, kokusunu duyuyorsun ve en güzeli sigara içme yasağı diye bir şey yok. Burada hiçbir yasak yok, benim yarattığım ve sadece istediklerimin, istediğim anda, şekilde, boyutta var olduğu bir oda, benim kendi evrenim.
Sesler dışarıda kalıyor; içeride yalnızca benim düşük voltajlı halim var.
Neden böyle yapıyorum?
Kendimi böyle regüle ediyorum sanırım, bu bir koruma kalkanı da olabilir. Ama fark ettiğim bir şey var, eğer bu alandan kendim istemeden çıkarılırsam, biraz uyuzlanıyorum. Alaycı, hırçın, pis bir tip oluyorum. Tanımak istemezsin.
Zaten dikkat ettiysen, bir insan yorulduğunda, stres altındayken, sinirliyken gidip yatmıyor, önce kafasının içini boşaltıyor. Senin zehirin ne bununla ilgili ? İçki, sigara, TV, sosyal medya? Tabi faydalı bir şeylerde yapıyor olabilirsin, ya da bize bu konuda yalan söylersin.
Ben sadece bu boşaltma işini biraz erken ve biraz sık yapıyorum. Bunu yapmazsam nasıl dayanılmaz biri olurum tahmin edemiyorum, sıkıldığım anları içimdeki odada kendi başıma geçirmek benim kendime şefkatim. Ben oradayken kapıyı biri ısrarla çalıyorsa, vay haline. Kedinin kendini tersten yalaması gibi, kedisi olanlar bilir onlar kendilerini tüylerin çıkış yönüne doğru yalar, eğer tersi yönde yalasalar; tüyler elektriklenir havaya dikilir. Görsel değil ama his olarak aynen öyle oluyorum.
Şimdi bilimsel bir şey söyleyeyim: Psikolojide buna “içsel bariyer oluşturma” deniyor.
Başkalarının duygusal alanından kendi alanına dönme refleksi. İnsan buna neden ihtiyaç duyar hiç merak ettin mi ? Neden kafanı boşaltmak istersin ? Farkında olarak ya da olmadan ? Sen yapmasan da zihnin bunu yapar, bir boşaltım yöntemi arar.
O “off” moduna geçme isteği tamamen hayatta kalma refleksi, kafan doluyken düşünemezsin, bütün uygulamalar üst üste açılmış, sistem yavaşlamış.
Ama ben bunu bir refleks olarak yaşamıyorum; bulaşık yıkarken, “manikürümü korumak için eldiven takmak” gibi bir şey.
Ruhumun eldivenleri var; fazla temas beni tahriş ediyor. O zaman ne yapıyorum, hemen takıyorum eldivenleri. Yıllar içinde otomatiğe bağladım, bilerek yapmadım.
Biri bana “çok içine kapanıyorsun” dediğinde, içimden şu geçiyor:
“Ben içime kapanmıyorum, sadece dışarıyı biraz sessize aldım.”
Tüm hayatın bildirimlerini kapatan “Rahatsız Etmeyin Modu” gibi düşün.
Tek fark: Ben bunu sık kullanıyorum.
21. yüzyılda herkes mindfulness peşinde.
Nefes egzersizleri, meditasyon, yoga…
Benim meditasyonum oldukça basit: Sessizce içeri kaymak.
Ne mum yakıyorum, ne minder seriyorum.
Gözlerim açık, vücudum orada, ama zihnim kaçmış, odasına girmiş ve kapıyı kapamış.
Minimalist bir inziva. Aslında gerçek hayatta, asla minimalist biri değilim, tam tersine maksimalistim bile denebilir. Kıyafetlerimden tutun, spor yapmama, dinlediğim müziğe kadar. Ama akıl bundan kaçmak için minimal bir boşluğa sığınıyor, inanmazsın yetiyor. Vücut istiyor, zihin biliyor.
Kendi içimde sağlam bir yer var. Sabit, tutarlı, geniş bir boşluk. Dışarısı karmakarışıkken bana iyi geliyor.
En komiği ne biliyor musun?
Dışarıdan bu bazı anlardaki (genellikle gergin) duruşum olgunluk olarak anlaşılabiliyor. Derinlik, ciddiyet, falan filan.. Ama alakası yok, sadece sıkıldım ve oradan kaçtım.
Ve işte tam o noktada, annem telefonda bana alt komşunun asansör kapısını tutmadığını anlatırken, ben odamın penceresine yaslanmış, derin okyanuslara bakıyorum, bulutlar, kuşlar. Bir ses duyuyorum dışarıdan :
“Bir şey mi dedin?”
“Hayır, ben bir şey demedim, ben içeri geçtim.”
Müstehzi gülümsemi görüyorsunuz siz dışarıdan :
“Tamam… o zaman ben kaçtım.”


