1922 Sonbaharı. Sandıklı.
Yan köyden Ahmet’in bedeni, Kadir’in gözü önünde savrulmuştu. İnsan bedeni bir an vardı, sonra yoktu.
Bir şeyler uçmuştu havada; et, kemik, parça kumaşlar. Patlayan bombanın hemen ardından, sanki zamanın kendisi de parçalanmıştı. Toz, duman, sıcak kan, kulaklarında ıslık gibi bir uğultu… Alev, toprağın içinden fışkırmış gibi.
O an Kadir’in göz bebeklerine Cemile düştü. Hiç olmadığı kadar net. Gelincik gibi… Kırmızı kurdelesi saçlarında savrulurken ona doğru yürüyordu.
“Cemile mi? Hayır… burası değil.”
Ama sesini çıkaramadı. Ayaklarının altında zemin kaydı. Barutla karışık yanık et kokusu ve her yandan yükselen çığlıklar.
Sonra kolunu hissetmemeye başladı. Yoktu. Bir sıcaklık indi damarlarına.
“Cemile…”
Ona artık nasıl sarılırdı?
Köye dönenlerin yüzlerinde, geride kalanların yüreğinde, hüzünle sevinç birbirine karışmıştı. Eksik kollar, topal bacaklar, çökmüş omuzlar… Hiçbiri tam değildi, hiçbir yüz gerçekten gülmüyordu. Savaş yalnızca cephede can almamış, köyün sokaklarında da birer birer insanları eksiltmişti. Kadir’in Cemile’si sağ kalmıştı belki ama Kadir, artık kendinden bile uzaktı. Zaman onu başka bir yere savurmuş, yirmisindeki delikanlıyı yaşlılığın doruğunda biri yapmıştı. “Ben artık o Kadir değilim,” dediğinde, Cemile bunu gözlerinden anlamıştı. O gözlerde ne umut kalmıştı ne de hatıra. Ve Cemile, o an yalnızlığın gerçek anlamını fark etti:
Birini kaybetmek, onun yokluğuyla değil, varlığıyla yapayalnız kalmaktı.
Cemile yan odada uyuyan Kadir’in nefes alışlarını duydukça daha da yalnızlaştı. Bir zamanlar o nefesle huzur bulurken, şimdi her soluğu içini ezip geçen bir yabancılığa dönüşmüştü Konuşmayan, bakmayan, dokunmayan bir adamla aynı çatı altında susarak yaşamak, ölümün bile acıtan sessizliğinden beterdi. Kadir eksikti ama Cemile ondan da eksikti artık. Aynaya her baktığında yüzünü değil, terk edilmişliğini görüyordu. Öyle bir yalnızlıktı ki bu, kalbinin atışları bile sessizleşmişti. Kahroluyordu.
Hele, geçenlerde eline dokunduğu o gece…
Ay, kapı eşiğinden içeri süzülmüş, toprak zemine usulca serilmişti. Kadir uyuyordu. Ama uykusu ölüm gibiydi; sessiz, hareketsiz, ulaşılmaz. Cemile sedirin ucunda oturuyordu; elleri dizlerinde, gözleri sabit bir noktada. Birden bir fısıltı çıktı dudaklarından:
“Beni hiç duymuyorsun artık, değil mi Kadir?”
Yanıt gelmedi. Kocası nefes alıyor gibiydi ama sanki biri, içinden onu çoktan çekip almıştı.
“Döndüğüne sevindim ama sen benimle dönmedin, eksik geldin… sadece kolunla değil.”
Kadir kıpırdamadı. Cemile eğildi, baş ucuna yaklaştı, sesi ağlamaklı:
“Her gece aynı rüyayı görüyorum. Sen savaştasın hâlâ. Ben seni çağırıyorum. Ama sen hep başka yöne bakıyorsun. Elimi uzatıyorum, yetişemiyorum.”
Kadir boş bakışlı gözlerini açtı. Göz göze geldiler ama Cemile ona değil, bir yabancıya baktığını hissetti.
Usulca, neredeyse mırıldanarak konuştu Kadir:
“O kadar kan vardı ki Cemile… O kadar bağırış…Ben orada kaldım.”
Uzun bir sessizliğin ardından Cemile:
“O zaman ben de geliyorum yanına. Belki oradan birlikte döneriz” dedi..
Ya burada çürümekti sonu ya da gitmek. Gitmek belki de yaşamanın tek biçimiydi.
Evet…
Kalınca bir şey değişmeyecekse, gitmek artık bir ihtimaldi.Cemile sabaha karşı pencere önünde otururken, dizlerinin üstünde duran bohçasını dikiyordu; içine giyeceği birkaç kıyafeti ve Kadir’in dün çıkardığı gömleğini koydu. Kalmak her gün biraz daha silinmekti. Gitmekse? Kim bilir?
Öğleye doğru uyanan Kadir boş mutfağın önünde durup seslendi:
“Cemile?”
Ama duvarlardan başka kimse cevap vermedi. Masada bir kâğıt vardı, ucu buruşturulmuş:
“Kalmayı denedim. Ama bu evde iki yalnızlık yan yana susuyordu. Belki ben gidince birimiz konuşur. Hakkını helal et.”
Kadir kâğıdı tek eliyle tuttu, buruşturmadı. Sadece mutfaktaki sandalyeye oturdu, başını tek koluna dayadı, susmaya devam etti.
Giden, arkasından söyleneni duymazdı.
Cemile gönüllü yazıldığı cepheye giderken ne savaşın neresine gideceğini biliyordu ne de hayatta kalıp kalmayacağını. Bildiği tek şey, bir kadının yalnızlığıyla susarak ölmesindense savaşarak hayatta kalmaya çalışmasının daha onurlu olduğuydu.
“Belki,” dedi “bir gün ikimiz de tamam oluruz.”
Köyden çıkarken kimse bilmemeliydi. Muhtar’ın sessizce salladığı başı, Cemile’ye yol açan tek işaretti. Anasının gözlerini bir suçlu gibi öpüp bohçasını sırtlandığı sırada tüm yeryüzü susmuştu. Ayakkabıları çamura batarken dönmeye niyeti yoktu artık. Yaşadığı yerde onu çağıran bir ses de kalmamıştı.
Cepheye vardığında ilk duyduğu şey, etin yırtılırken çıkardığı boğuk bir “cırt” sesiydi. Toprakla kan karışıyor, barutla terin kokusu birbirini boğuyordu. Öğürmemek için kendini zor tuttu. Bir köşeye çömeldi, gözlerini kapattı, ellerini sıktı kendinden güç alırcasına. Ama olmadı. İlk gün ağladı. İkinci gün kustu. Üçüncü gün kaçmak istedi. Sonra… Birinin kolunu taşırken o kolun parmaklarında Kadir’in nasırlı ellerini gördü. Bacağı kopmuş bir askerin alnına bez bastırırken, Kadir’in alnındaki teri sildiğini sandı.
Her kan revan içinde, her parçalanmış bedenin başında bir hayale eğildi:
“Kadir!”
Ondan sonra elleri titremedi. Artık rahatça dokunuyordu, bağlıyordu, kesiyordu.
Aylar geçtikçe Cemile’nin içinde bir şey sustu. Kan kokusu kolonya gibi silindi burnundan. Acıma duygusu, dikenli bir çiçek gibi kurudu. Artık her askerde Kadir’in eksilen yanlarını aramıyordu. Her yarada insanı tamamlayan bir eksikliği görüyordu.
Cemile şimdi, kopan bir kolun yerine sevgiyle sardığı sargıyı koyuyordu. Bir bacağın yerini, “Dayan,” diyen sesiyle tamamlıyordu. Eksik olanı keserek değil, kalıp dokunarak iyileştirmenin ne olduğunu anlamıştı.
Çünkü artık o da eksikti.
Ama eksikliğiyle bütün, yalnızlığıyla güçlüydü.
Ve yalnızlığı;
Sevginin uzuvla alakalı olmadığını, cesaret işi olduğunu söylüyordu.
Bir sabah…
Gök, puslu toprağın üstüne çökmüş, sanki bir şey olacak diye haber veriyordu sessizce. Rüzgâr sır taşıyordu. Sonra bir uğultu… göğü yaran, ciğeri delen, kalbi durduran bir ses.
Uçaktan boşalan bombalar, göğü yırtarcasına düştü toprağa. İlk patlamada çadırın bir yanı paramparça oldu, bedenler beden olmaktan çıktı. Asker çadırı, kanlı örtüler, sargı bezleri… hepsi bir çığlık gibi savruldu. Kimi başını ellerinin arasına alıp yattı, kimi koşarken yandı, kimi olduğu yerde un gibi dağıldı. Kan, toprakla birlikte çamur gibi yapıştı çadır direklerine. Çırpınan birinin sesini, ardından bir diğeri izledi.
Ve gökyüzünden süzülen o ince şey…
Kadir’in gömleği.
Köye haberi taşıyan, önce suskunluk oldu. Sonra ardından gelen derin hüzün. Mezarlığa değil, gökyüzüne bakan gözlerle karşılandı bu ölüm.
Kadir, eski kolunun olmadığı yere baktı uzun uzun.” Bizi sen ayırdın,” dedi. Cemile’nin gittiği o günü hatırladı.
Umut, sadece ölülere duyulan bir hissizliğe dönmüştü.
Yalnızlık da bir mezardı artık…