“Bir bozuk düzen içindeyiz. Hepimiz yakınıyoruz. Hangi aklı azıcık bir şeye erenle konuşsan, bir dert kumkuması. Vah memleketin hâli, ah memleketin hâli diye…” diyor Yaşar Kemal 25 Ekim 1959’daki bir yazısında.
Ya şimdi ne değişti?
Yıl 2025…
Öyleyse ne düzen değişiyor ne de düzen içindeki insan.
Kimse kendisiyle uğraşamıyor ki memlekete üzülmekten, sıkılmaktan. Gençler desen hep aynı düzende büyüyecek, tarihin tekerrürüne şahit kurbanlık koyunlar. Her geçen gün artan koruyamadığımız çocuklar, kadınlar. Koruyamadığımız doğa, ağaçlar, hayvanlar.
Büyükler çocuklara örnek olma peşinde hiç değil. Hep etrafından yakınıyor, kendinde hiç suç yok. Herkes karşısındakinden şikayetçi. Oysa ki en büyük dert “Ben” olmalı.” Uğraşmalıyım ki kendimle diğerine faydam olsun. Dünya yeni doğan bebeğin hatırına dönmemeli, dünya içindeki beni bulan senin hatırına dönmeli. Kaçırdığın kendinle, vakit yaratıp dertleşince, her anda bir çiçek açacak, o çiçek güneş yerine kalbine dönecek. Sen çiçek gibi özgürce büyümelisin kendi içinde. Onu solduracak her şeye savaş açmalısın gerektiğinde.
Ramazan’da kapıya gelen kara yüzlü davulcunun yanındaki aydınlık yüzlü kızı düşünüyorum bir tam gün. Gittiğim kuaför “Artık kalfa bulunmuyor, yıllar önce anneler, babalar okutmadıkları çocuklarını meslek edinsin diye bize getirir, eti senin kemiği benim der teslim ederlerdi, yetişirdi çocuklar, meslek edinirdi. Ama yoklar artık, herkes kolay para kazanma peşinde,” diyor, o cümleyi büyütüyorum kafamda “Toplum nereye gidiyor,” diye. Belli aralıklarla bir küçük kız kaçırılıp, cehennem kalpli birinin kurbanı oluyor hiç sebepsiz. Aylarca dünyamız karanlık oluyor kahroluyoruz, çözüm bulamıyor, çözüm olamıyor koca dünya. Savaş çıktı çıkacak, deprem oldu olacak, kıyamet koptu kopacak hep felaket senaryolarına uyanıyoruz. Güneşli gün tadı kalmadı yüreklerimizde.
Yıllık apartman toplantısında apartmandaki sakinler hiç de sakin değil, aynı fikri başka formlarda savunup saatlerce tartışıyorlar. Birkaç aklı duru, ruhu kardeş sakin frene basmaya iniyoruz her toplantıya.
Kimse kimseyi dinlemek istemiyor, kendi fikrini kabul ettirmek peşinde. Sinirli olmak karşıdakini kontrol etme aracı oldu.” Öfke sahibinin mutsuzluğudur “der ünlü bir psikiyatrist. Doğru değil, çok doğru. Öfke öfkelenin içindeki kafes. Bilmeden ve hatta belki de istemeden çekiyor bu kafese her öfkelendiğinde çevresindekileri.
Doktorlar dedi ki Pınar’a ölebilirsin doğuramazsın, aldırdı dördüncü çocuğunu. Sonra yine hamile kaldı. Kocası “Doğuracaksın, Tanrı öyle istedi,” diyor. “Hayır canım, yirmi birinci yüzyılda korunmak şart, nüfus planlaması diyoruz biz buna,” diyemiyorsun, karısına dikte edip fikrini kabul ettirmek isteyen diktatör ruhlu koca adama.
Sonra arkadaşım Ferit geliyor aklıma. Eczacı. Hem de aileden üçüncü kuşak eczacı. Aile planlaması etkinliğinde pilot eczane oldu. Kendi mahallesinde anlattı korunma gereklilik ve çeşitlerini. Sonra aynı sene içinde iki çocuk doğurdu eşi. İkisi de aynı yıl doğumlu çocukların. Terzi dikemedi yine kendi söküğünü.
Bir vitrinde koca bir panonun üzerine “Biz neyiz?” yazmışlar. Ne de çok cevap gizli sorunun içinde. “Sahi neyiz biz?”
Kendinden emin, aynası her daim temiz kadın, içindeki benle hep bir dönüşüm kaygısında. Ne mutlu ona. Yapacakları yetişmeyen, eksik aramasa da bulan, kimseyi suçlamayayım derken bazen her şey benim suçum çukuruna düşen. “Ben kimim?”, “Nedir bu çılgınlık?” sorusunu her an kendine soran. Cevabını verebilmek için her gün kendine yeni değerler, uğraşlar ve olgunluk katan yeni dünya kadını o.
Goethe’nin Faust’u yazması altmış yıl sürmüş, kendini de sanki bin yıl oldu yazıyor bilge kadın.
Benlik kaygım yok diyen, beni buldum ben diyen kadar yalancı. Yalan! İşte en sevmediğim… Oysa dürüstlük, yolumuzu yürürken tutunduğumuz tek baston.
Yürüdüğü kendini bulma yolundaki kadın, yanında, aklında, kalbinde kim varsa hepsini yoruyor. Yorgunluk nedir ki? Dümdüz mü yaşamalı? Kimse kimseye değmemeli, düzeltmemeli mi? Yeni dünyanın bilge kadını, tüm naifliğiyle, her şeyi önce kendinden bekleyen erdemli duruşuyla suçlamıyor ama yoruyor. Doğrularıyla, esnek olmaya çalışırken mecbur tutulduğu katılığıyla, dokuz köyden kovulan huyuyla, titiz anneliği, çalışkan benliği, erkeğe saygılı ama tapmayan, tapılmayı da beklemeyen olgun ruhu ile yoruyor.
Büyükannem “Dünya saygısızla kaygısızın, hassas ve akıllı kızlar dikkat etmeli,” derdi de minicik aklımla anlamazdım küçükken. Nasıl da haklıymış tonton ninem. Hassas insan yoruluyor. Oysa ki hassas olmak erdem, kavuşulması zor bir meziyet, bunun sadece gerçekten büyümüş insan kıymetini biliyor ve anlıyor. Neyse ki üç, beş de olsa varız ve çoğalıyoruz. Birbirimizi bu koca dünyada mıknatıs gibi çekiyor ve tek görüşte tanıyoruz.
“Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum,” diyen sadece Oğuz Atay değil. Günümüzde gerçekten düşünmeyen, kendine aynada bakmayan etrafına dünyayı zindan eden beyinler geziyor. Bunun için enerji ve mesai harcıyorlar. Bir de yeni moda narsistlerle uğraşıyor sakin ve bilge kalpli kadın.
Dikte ettikleriyle, sancılarını yaşarken kimseyi ortak etmeyen sıcacık kalbiyle, içeri içeri kendine konuşmalarıyla, rollere karmaşıklaştırmadan tam girip, herkesten de tam bekleyişiyle yoruyor düzgün ve tutarlı kadın. Tuttuğunu koparan hali, zarif duruşuyla, kaçışı olmayan bir parmaklıkla koruduğu, hassaslığıyla dokuduğu, içinde fazla düşünmekten karanlık ama dışarıda çiçekli ve aydınlık gölgesiyle yoruyor. Yoruluyorlar görüyor.
Ama hayat o kadar kolay mı ya!
Yorulmadan, duygular doyurulmadan, hayat sorgulanmadan yaşanmıyor.
Yol biraz engebeli.
Düşünmeli, üretmeli ve yakalamalı yoldaki kendi gibileri. Geçmiş benle barışıp yeni “Ben” e güvenle ilerlemeli. Nietzsche’nin amor fati’sini ilham, Dionysos’un yaşam ifadelerini kalbi, müthiş oksimoron festina lante’yi hayat felsefesi, aldığın gerekli dersleri de sınav kabul edip adım adım geleceğe ilerlemeli.
Yürümekle aşılmayan engebeli yollarda gerektiğinde ahenkle dans etmeli.