Pazartesi, Ekim 27, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Balıkçı

Yokuşun başında gördüğüm o hayran olunası görüntü, ünlü bir ilçe değildi aslında; bir yürekti. Geri dönerken sadece onunla, eski liman Halikarnas’ın gizemiyle dönecektim.
Otobüs, ulaşacağı yere varmanın hazzıyla bir maratoncunun son hamlesine özenerek ilerliyordu. Yolcular, şoför, muavin ve ben; yaz sonunun hüznüyle parıldayan gözlerle bakıyorduk mavi incinin kıyısına. Bir mevsimin ağır vedası sinmişti etrafa. Bodrum’a değil de belki hepimiz kendimize bakıyorduk.
Mora çalan göz altlarım, gerilen sinirlerim, sıkışan nefesimle giriş yaptık ilçeye. Yayıneviyle yaşadığım o sert tartışmanın harareti hâlâ üzerimdeydi. Üstüne, sosyal medyada alaycı bir dille linç edilen, yalnızca ticari beklentilerle yazıldığı öne sürülen son romanımın başarısızlığı… Gördüğüm her güzelliğin üzerine düşen gri bir gölge gibiydi.
Kalemimi bırakmıştım son bir yıldır. Bana göre her şey İstanbul’da kalmıştı ve bitmişti. Kaçmıştım. Telefonumu kapatmış, adresimi en yakınımdan bile gizlemiştim. Şimdi burada Bodrum’un taş sokaklarında geçmişimin sesini kısıp susturmaya çalışacaktım. Ama parmaklarım hâlâ seğiriyordu yazmak için, bir bağımlının yoksunluk sancısı gibi.
Kalesiyle ünlü ilçenin, çok uzakta bir beldesinde alacaktım soluğu. Küçük bir koyun çevresinde, bakir doğallığın tam da merkezinde… Kendimle baş başa kalacaktım bir süre. Denize yakın, zamanı unutturan bir evdi kalacağım yer. Yurt dışından ara sıra dönen bir arkadaşımın ‘sığınağım’ dediği, tek katlı, bahçeli, çitli, bir taşra eviydi bu. Arkasındaki yeşilliğin koynunda gizlenen, neredeyse nefes alan bir ev…
“Yazmak için gelsem, neler dökerdim ortaya,” dediğim türden. Ama şimdi suskun kalemime bir vızıltı bile ağır geliyor. Burası denizi ve yeşiliyle, inzivaya çekilmiş bir ruhun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak kadar dingin ve yeterliydi. İnzivalarda hep bir çöküş mü olur bilemem. Ama benim durumum tam da buydu. Biraz ısmarlama bir hikâyenin içinde debelenip durmuştum. “Aşk şöyle olsun, karakter şu yaşta olsun, atmosfer gergin olsun, e biraz ondan biraz bundan da olsun, olsun da olsun!” Yayıncım benden de bir şeylerin çıkması gerektiğini unutmuştu; benden eksilecek olanları ise hiç hesaba katmamıştı. Hevesim küsmüştü, ama birazcık da olsa umut vardı yine de. Hani derler ya, umut fakirin katığıdır diye, işte öyle. Hayat her şeye rağmen belkilerin, kim bilirlerin, acabaların inadıyla sürüp gitmiyor muydu?
Arkamda her zaman ‘tam destek’ bir anne ve babanın, tek ve şımartılmış çocuğu olsam da hayat karşısında ruhumun burnu daima sürtülen, yara alan taraftaydı. Böyle bir zaafın taşıyıcısıydım sanki.
Gençliğimin zirvesini geride bırakmış, kırka dayanan yaşıma rağmen bir kadın olarak güzellik salonları, estetik merkezleri, gençlik özentileri gibi arayışların peşinde değildim. Uzun ve sağlıklı saçlarım, düzenli sporun hakkını veren dinç bedenim, yaşını göstermeyen tenim sayesinde aynalarla barışıktım. Özel bir gecede bakışları üzerine çekmenin verdiği o kendine güven de vardı içimde tabii. Ama bana göre sade, doğal ve her şeyden önce sağlıklı olmak yetip de artıyordu.
İki oda bir salon, cici mi cici, şirin mi şirin evime yerleşmiş, halimden gayet memnundum. Çevrede yapılar seyrekti, komşularım azdı. Denize sadece elli metre mesafedeki bu küçük kasabada, evcil hayvanlarıyla yürüyüşe çıkan insanlarla karşılaşıyor, kendi yalnızlığımı seve seve yaşıyordum.
Geldiğimin ikinci haftasıydı. Bir sabah, kasabanın en yüksek tepelerinden birinde biriyle karşılaştım. Dağınık, hafif uzun beyaz saçlı, başında kasketi olan, orta yaşlı bir adamdı. Bir taşın üzerine oturmuş, başını kaldırmış, gökyüzünü dinliyordu. Evet, dinliyordu, bir şeyler duyduğundan neredeyse emindim.
Güneş, kızıllıkla turuncu arasında bir tonda, bulutların ardından yırtılıp çıkmaya çalışırken, adam başını hafif yana çevirdi. Arkasında biri olduğunu fark ettiğini belli eder gibiydi, ama dönüp bakmadı.
“Hoş geldin.”
Sustum. Hemen cevap veremedim.
“Bazen sessizlik, çığlıktan bile daha etkilidir.”
Sözlerini yadırgamamaya çalışarak sordum;
“Şey… pardon, daha önce karşılaşmış mıydık? Çıkaramadım sizi.”
“Tanımadığım biriyle konuşmam.”
Afalladım, öyle böyle değil. Eski bir öğretmen miydi? Köylü müydü? Yoksa kendini yollara vurmuş biri mi? Anlayamamıştım. Biraz tanıdık, çokça da yabancıydı. Ama o beni tanıyordu. İyi de nereden? Tanımıyorsa, içimdeki soruların cevabını paragraf yapıp konuşmaya kalkmazdı. İçimdeki kıymık gibi batan soru işaretlerimi bilip anlamazdı. Yine bir soruyla dikildi sözleri karşıma;
“Neden bu kadar ürkeksin?”
“Ürkmek mi? Nereden çıktı bu şimdi?”
“Kelimelerden, onların seni terk etmesinden neden ürküyorsun?” dedi, hafif alaycı tonda.
Rüya sandım önce. Rüya da olsa sormaya çekineceğim şeyleri sormaya hazır halde buldum kendimi, neden bilmem. Ve ağzımdan;
“Kelimeler beni değil, ben onları terk ettim,” çıktı.
Kahkaha taklidi bir “hah” sesiyle güldü.
Kızmakla şaşırmak arası bir hâlde;
“Adınızı öğrenebilir miyim?” diye sordum.
“Ne önemi var? Ama ille de seslenecek bir nida arıyorsan, bana ‘Balıkçı’ diyebilirsin… Senin adın da Sinem’di değil mi? Sinem Dönmez?”
Ağzım emirlerimi unutmuş, olabildiğince açılmıştı. İlerdeki patika yoldan geçen bir araca el sallayıp tanıdık biri izlenimi vererek, çabucak uzaklaştım oradan. Onu dinlediği gökyüzüyle beraber bırakıp doğru eve koşturdum.
Kısa zamanda benimsediğim “benim evim” dediğim eve vardığımda dün gece karıştırdığım alkol şişelerini sorumlu tuttum yaşadığım şeyden. Uykunun, rüyanın uzunluğuna bel bağladım sonra. Yanıma almayı unuttuğum antidepresanın yan etkisine sığındım biraz da. Doktorun “birden kesilmez” sözünden kendimce anlamlar çıkarttım. Olmadı. Kandıramadım kendimi. Ağır bir kafein yüklemesinden sonra aynı yere gittim. Yoktu. Oturduğu taşa oturdum. Yalnızlık bana çok mu ağır gelmişti? Tüm gün, o adam dolandı durdu aklımda. Nesi tanıdık geliyordu? Nesi yabancı? “Şimdi buldum” demenin eşiğinde geçirdim geceyi.
Ve ertesi sabah, o saatler…
Oradaydı.
Kendimi bir hikâyenin içinde, bir karakter gibi hissettim. Gerçek miydim, hayal miydim? Ayırt edemedim. Ama o kesinlikle baş karakterdi.
Geldiğimi hissedince kalktı, dolaşmayı teklif etti. Bana göstereceği yerler varmış. Kabul ettim. Tepeden ininceye kadar suskundu.
“Soruların nereye gitti? Benim kim olduğumdan başka bir şey geçmiyor aklından,” dedi sadece. “An’da kal,” diye de ekledi sonra.
Kimse ona bakmıyordu. Kimseye selamı sabahı yoktu. Oysa burada yaşadığına inandırmıştı beni. Okumuştu, çok biliyordu, hem de fazlasıyla; aklımdakileri bile… O günkü sohbetimiz boyunca kendini anlattı. Öğlene doğru çekip giderken;
“Şu dünyada beni en çok şaşırtan da sevindiren de buydu,” dedi. “Bir cezanın bazen insanın payına düşen tek ödül olması.”
Sabahlarımın onunla dolması, doyumsuz bir zevkti artık. Bir sabah;
“Yazmak aslında Tanrı gibi olmaktır,” dedi. “Dünyayı yoktan var edersin. Sonra da terk edersin. En azından öyle görünürsün. Sen de yazdıkça terk edildiğini sanırsın. Oysa terk eden sensin.”
“Ben artık yazmıyorum ki.”
“Düşünmek de bir yazma faaliyeti aslında ve sen bunu fazlasıyla yapıyorsun. Bir gölgenin peşine takıldığında kendi gölgenden uzaklaşırsın. İçinde sen olmayınca başkalarının sesiyle yazamazsın. Olan bu. Denize açılmadan balık tutamazsın. Kendine açılmadan da yazamazsın. Kendine açılmak da cesaret ister.”
Cesurluğumdan şüphem yoktu oysa. Teknemi onarmam lazımdı, içimden dökülen çivileri bulup yeniden çakmak; açılmak sonsuz maviye… Tahta çürük olsa da, rüzgâr kelimeleri savursa da ben yazarken var olmak için vardım artık…
Bir sabah, cebinden buruşuk bir kâğıt parçasını çıkarttı, bana uzattı. Sessizce. Açtım, bomboştu.
“Şimdi buna bak ve yaz,” dedi.
“Ne yazacağım?” dedim.
“Ne yazarsan yaz, yeter ki hissettiğin olsun. Sen bir köksün. Unutma bunu. Toprağın taş bile olsa korkma, yılma. Ama durma. Yaz.”
Yazdım…
Yazdım…
Yazdım…
Kendim için.
Yazmaya başlayınca gelmez oldu. Ama bir yerimde gizlenmiş durmadan konuşuyordu. “Aferin sana,” diyordu. “Aferin.” O artık içimdeydi ve hiç susmuyordu. Öyle oluyordu ki bazen onun söyledikleriyle kendiminkileri karıştırır oluyordum. İkimiz beraber yazıyorduk.
Onun ‘Halikarnas Balıkçısı’ olduğunu, türbesindeki o eski fotoğrafa bakarken fark edecektim, dönmeye yakın.

Yokuştan aşağı dönerken Bodrum’a son bir kez baktım.
“Sandım ki geldiğim gibi gidecektim.
Ama olmadı.
Benden öncekiler gibi aklım burada kaldı.
Kalbimde, ‘balıkçımla’ döndüm.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Günay Oktay
Günay Oktay
1973 Adana doğumlu. Emekli hemşire.

POPÜLER YAZILAR