Birçok kadın için evlilikteki en büyük sorunlardan biri, duyulmamak ya da dinlenmemektir. Eşinin söylediği bir söz, yaptığı bir davranış kadının içinde derin bir kırgınlık yaratabilir. Bu kırgınlık bastırıldığında, zamanla büyüyerek içten içe yoran bir duygu yığınına dönüşür. Bu yüzden kadın, çoğu zaman duygularını bastırmak yerine, tüm açıklığıyla paylaşmayı seçer. Çünkü bilir ki; konuşmadıkça içinde dolanan bu duygular, bir gün büyük bir patlamaya dönüşebilir.
Kadının kendini ifade etmek istemesinin bir diğer nedeni ise çoğu zaman ilişkide, uzlaşmacı, anlayışlı ve iletişime açık taraf olmasıdır. Bu yüzden, duygularını “haklıyım” beklentisinden ziyade, “anlaşılmak” niyetiyle dile getirir. Çünkü bilir ki; duygular ifade edilmezse bir gün, iletişim, yerini çatışmaya bırakacaktır. Sakin ve dikkatli ses tonu ile “Bunu söylediğinde/ yaptığında kendimi böyle hissettim hayatım…” diyerek bir köprü kurmaya çalışır. Ama çoğu zaman karşısında, duvar gibi duran; empati kurmayan, duyguya alan açmayan bir eş bulur.
Kadın bilir ki evliliğin temeli sağlıklı iletişimdir. Bu yüzden hissettiklerini filtresiz, içten ve sade bir şekilde paylaşmak ister. Fakat çoğu zaman daha cümlesini bitiremeden pişmanlık duygusu ile karşı karşıya kalır. Çünkü karşısındaki kişi, onu duymak ya da anlamak yerine hemen savunmaya geçmeyi tercih eder.
“Ben bir gün içinde işle ilgili neler yaşıyorum biliyor musun?” diyerek konuyu değiştirme çabasına girer. Bu savunma hali aslında çoğu zaman bencil olmak ile birlikte, bazen de hatalı olmayı kabul edememenin çığlığıdır.
Empati kurmak ya da basit bir “Özür dilerim,” demek yerine, kadının duygusunu geçersiz kılmak için manipülatif cümleler devreye girer. Oysa kadının beklentisi bir özür de değildir. Yalnızca anlaşıldığını hissettiren bir cümle duymak ister. Belki de, “Stresli bir gün geçirdim, sana böyle hissettirmek istemezdim,” gibi basit ama samimi bir cümle ile karşılık almış olsa içindeki tüm kırgınlığı bırakabilir yere. “Önemli değil,” diyerek gülümseyebilir… Gerçekten de anlaşıldığını hissettiğinde kırgınlığını unutur. Ama o cümle çok uzaklardadır ve bir türlü gelmez. Zamanla, onu beklemek bile ağır bir duygusal yük halini alır. Çünkü anlaşılmayı beklemek ama sürekli duvara çarpmak, görünmez bir psikolojik şiddettir.
İlk başta bunun adı konamaz. Kadın sadece üzülür, sadece kırılır…
Zamanla içten içe kemiren bir tahta kurusu gibi kadının içini tüketmeye başlar. Ve bir zamanlar sevgiyle kurulan o yuvada, kadının iç sesi yavaş yavaş kısılır… Ancak bu bir yenilgi değil, farkına varmadan gerçekleşen bir vazgeçiştir.
Her kısılan seste, kadının içindeki ışık biraz daha söner. Sönmeye başlayan o ışıkla birlikte, hislerini paylaşmayan; kahkahalarının yerini küçük, yarım tebessümler alan bir kadına dönüşür. Bir zamanlar heyecan duyduğu şeyler anlamsızlaşır.
Evlilik artık bir sevgi alanı değil, yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk gibi hissettirir. Ve kadın, bu dönüşümün farkına bile varmaz uzun bir süre. Çünkü duygularını, hayatın diğer zorluklarıyla karıştırır. Yoğunluk, yorgunluk, sorumluluklar derken içindeki kırıklığın adını koyamaz. İçten içe, hep bir şeylerin eksildiğini hisseder…
Zaman geçtikçe, hislerini dile getirdiği için “fazla hassas”, “abartılı”, “takıntılı” diye yaftalanan kadın, bu kez de duygularını içine çektiği, sessizleştiği, eksiltilen gülümsemesi üzerinden suçlanmaya başlar. Ne büyük ironidir ki, tam da bu aşamada erkek, hislerini aktarmak için konuşmaya başlar. “Eve geldiğimde asık suratınla karşılaşıyorum, seninle artık konuşulmuyor, her şeye, hemen sinirleniyorsun, evlendikten sonra sen çok değiştin….” Oysa kadın değişmemiştir. Sadece, zamanla görmezden gelinen duygularının yükü altında ezilmiş, yavaş yavaş içine kapanmıştır. Erkek, kendi davranışlarının sonuçlarını görmeyi reddeder bu sefer de. Kadının ifadesiz yüzüyle karşılaşır evet, ama o yüzün ardında kendi izlerini görmek istemez. Hatta bunun farkında olamayacak kadar konuya uzaktır. Oysa ki bu hâl, onun elleriyle şekillendirdiği bir eserdir. Duygularını önemsemediği kadını, bu kez de kendi eseri olarak görmezden gelir. Kadın, işte tam bu noktada bir arafın içinde kalır. Geri dönse her yanı kalp kırgınlıklarıyla doludur, adım atamaz. İleri gitse yönünü kaybetmiş, hangi yoldan yürüyeceğini bilemez hâldedir. Bir boşlukta salınır; ne tam içinde ne de dışında olduğu bir hayatta.
Kadın artık sessizliğin içine yerleşir. Konuşsa anlaşılmayacağını bilmenin yorgunluğu, susmanın en azından daha az yaraladığını öğretmiştir zamanla ona. Ama bu sessizlik, huzurlu bir sükûnet değil, içini kemiren bir çığlıktır. Bir sabah aynaya baktığında gözleri takılır kendi bakışlarına. “Kim bu?” diye sorar kendine. O kadar uzun zaman olmuştur ki kendi gözlerinin içine bakmayalı. Eskiden gülen, hayal kuran, gözlerinin içi ışıldayan o hâli gitmiş; yerini solgun, yorgun, kırgın biri almıştır.
Zamanla anlar ki, kaybettiği şey sadece eşinin sevgisi, ilgisi ya da anlayışı değildir. Asıl büyük kayıp, kendisidir. Kendi sesini, isteklerini, hayallerini, “ben” oluşunu yavaş yavaş bırakmıştır bir kenara. Önce evi çekip çevirmek için, sonra da huzur bozulmasın diye… En sonunda da sırf kavga çıkmasın diye “evet” ve “tamam” demeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kendi içinden silinmiştir fark etmeden.
Bir süre sonra bu fark ediş, içini acıtsa da bir kıvılcım yakar.
Çünkü ne kadar derine gömülürse gömülsün, bir yerlerde hâlâ yaşayan, hâlâ hayal kurmak isteyen bir kadın vardır. O kadın, bazen bir şarkının sözünde, bazen yağmurun sesinde, bazen yalnız bir gece yarısı gözyaşlarının içinde kendini yeniden duyurmaya başlar. İyileşmek kolay değildir. Yıllardır farkına varmadığı bastırılmış duyguların içinden geçmek, yaşanmamış acılara bakmak, kendini suçlamadan sevmeyi öğrenmek zaman alır. En başta aslında kendini tekrar sevmeyi öğrenmek ağır gelir.
Gün gelir ve kadın artık anlar ki; geriye dönmek demek zaten yok olmaktır. Geride kalan o yerde nefes alabileceği ciğer kapasitesi kalmamıştır. Yani, bu araf ya tamamen yutacak onu ya da içinden bir yangınla yeniden doğacak. Belki yalnız kalacaktır bu süreçten sonra bunu bilir. Zaman zaman korkacağını, hatta karanlıkta kalacağını da… Ama ne olursa olsun, artık kendine ihanet edemez. Çünkü çok uzun zaman sonra kendi kalbinin atışını duymaya başlar o sessizliğin içinde. Psikolojik şiddetle susturulmuş, bastırılmış, küçümsenmiş, yok sayılmış hangi duygu varsa içinden yükselir;
“Ben bu değilim.”
“Ben bu hayatı seçmedim.”
Ve en çok da,
“Ben hâlâ buradayım. Evet paramparça ama hayattayım. Ve şimdi, belki de ilk kez, kendim için ayağa kalkacağım.”
Eğer istersen, sen istersen ayağa kalkabilirsin güzel kadın. Kırılmış olabilirsin, defalarca. Görülmemiş, duyulmamış, anlaşılmamış olabilirsin. Ama hâlâ oradasın, derinlerde. Sadece sevilmek değil, hak ettiğin gibi görülmek, duyulmak, hissedilmek istiyorsun. Ve bu aslında senin en doğal hakkın.
Biliyorum, çok sustun. Hatta zaman zaman da çok ağladın gizlice. “Güçlü olmalıyım,” diye kendine yüklendin. Ama artık o an geldi. Şimdi o gücü başkaları için değil, kendin için kullanma zamanı. Kendin için susmama, kendin için yürümeye başlama zamanı. Çünkü sen bir kırılma değil, yeniden doğuşsun. Ve her doğuş gibi, sancılı ama umut dolusun. Yeter ki sen kendine inan. Yeter ki sen, kim olduğunu hatırla. Dünya seni unuttuğunda bile, sen kendini sakın unutma güzel kadın.