Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Sıcak Süt: Anne, Kız ve Özgürlüğün Çölü

“Kendine ait bir oda olmadan, kadın yazamaz; fakat o odaya giden yol çoğu zaman annesinin gölgesinden geçer.” — Virginia Woolf
Rebecca Lenkiewicz’in yönetmenliğini üstlendiği Sıcak Süt filmi, Deborah Levy’nin aynı adlı romanından uyarlanmış tam da yukarıdaki epigrafta bahsedilen gölgeye yüzleşme hikayesini anlatan bir yapım.

Film, annesinin gölgesi altında sıkışmış bir kız olan Sofia’yı anlatıyor. Sofia film boyunca kendi odasını, kendi kimliğini arıyor. Kendine ait bir yaşam kurmaya çalışıyor. Annesi ise kendi problemlerini bütün ağırlığıyla Sofia’nın üzerine bırakarak, onun bağımsız, kendine ait bir hayatı olmasını önlemeye çalışıyor.

Kısa Özet (spoiler içermez :))
Anne Rose teşhis edilemeyen bir hastalık nedeniyle yürüyememesinin manevi yükünü kızı Sofia’nın omuzlarına bırakmakta hiç tereddüt etmemektedir. Film anne kızın söz konusu hastalığa şifa bulabilmek umuduyla İspanya’nın güneyine yaptıkları yolculuk ile başlıyor.
İlerleyen sahnelerde, anne ile kız arasındaki karmaşık bağlar seyirci olarak gözlerimizin önüne seriliyor. Sofia’nın mahkûm edildiği bağımlılık ile özgürlük arzusu arasındaki içsel mücadelesi de gittikçe daha fazla görünür olmaya başlıyor.

Film atmosferinde başarıyla vurgulanan Akdeniz’in kavurucu sıcağı, denizin huzursuz çağrısı ve çölün kuruluğu, karakterlerin iç dünyasına ait metaforları vurguluyor.

Film dikkatsiz bir gözlemci için sadece bir anne-kız hikâyesi gibi görünse de aslında, bedenin dili/ hafızası, bağımlılığın ağırlığı ve özgürlüğün sancısı üzerine felsefi sorular yöneltiyor.

Sıcak Süt: Anne, Kız ve Özgürlüğün Çölü
Anne Rose, gizemli bir hastalıkla adeta bedenine hapsolmuştur. Bacaklarını kullanamadığını ileri sürerek kızına sürekli ihtiyacı olduğunu vurgulayan, kendi varlığıyla onu boğan bir gölgedir. Kızı Sofia ise bu gölgenin içinde kendi kimliğini aramaktadır. Genç kadın bu arayış sırasında, bir yandan suçlulukla, diğer yandan hayatına ve kendi özgürlüğüne kavuşabilme arzusuyla çırpınır. Bu gerilimi seyrederken, İspanya’nın kavurucu sıcaklığı, çölün kuruluğu, denizin baştan çıkarıcı cazibesi ve ürkütücülüğü son derece net bir biçimde hissedilir.

Bedenin Dili,Ruhun Suskunluğu
Tedavi sırasında Rose’un hastalığının tıbbi olarak açıklanamayacağı; bedensel ağrıların ruhsal kaynaklı olduğu ortaya çıkar. Söz konusu psikosomatik hastalık, Rose’un geçmiş travmalarının ruhunda yaşattığı acıların, beden yolu ile dışarı vurumudur. Bu sırada ünlü filozof Maurice Merleau-Ponty’nin; “Beden, dünyayı taşıyan bir şey değildir; beden, dünyanın ta kendisidir.” sözünü hatırlıyoruz.

Anne-Kız Bağımlılığı: Sevgi mi Zincir mi?
Sofia’nın en büyük açmazı annesini sevmekle, ondan kurtulmak istemesi arasındaki çatışmadır. Annesine duyduğu sevgi, özgürlüğünü tümüyle engelleyen bir zincire dönüşmüştür.
Seyirci olarak film boyunca Simone de Beauvoir’ın, İkinci Cins’te vurguladığı, “Kadın, başkalarının hayatına bağlanmak üzere eğitilir; bağımsızlığı ise çoğu kez sevgisinin bedeli olur,” sözlerinin doğruluğunu gözlerimizle görüyoruz. Sofia’nın zinciri kırmadan özgürlüğüne kavuşması imkansızdır.

Çöl, Güneş ve Denizanası
Doğa unsurları filmde sadece fon olarak kullanılmanın ötesine geçiyor ve karakterlerin ruh hâllerini tamamlayan imgeler hâline geliyor. Çöl, kuraklık ve susuzlukla kimliğini arayan Sofia’yı imgeliyor. Güneş ısı kaynağı olduğu kadar da yakıcıdır, tıpkı sevgi gibi hem yaşatma hem de tüketme gücüne sahiptir. Sofia’nın yüzerken denizanası tarafından ısırılması ise arzulara ve özgürlüğe kavuşmak için acı bir bedel ödenmesi gerektiğini gösteren metafor şeklinde karşımıza çıkıyor.
İster istemez zihnimizde yankılanan Nietzsche’nin şu sözünün haklılığını düşünmeden edemiyoruz. “Acı, varoluşun en derin öğretmenidir.”

Sofia’nın Kimlik/Özgürlük Arayışı
Sofia’nın Ingrid’le yaşadığı ilişki, yalnızca cinsel bir yakınlaşma değil; kimlik arayışının bir parçasıdır. Çünkü özgürlük, yalnızca (anneden kopmak), insanın esaret zincirlerini kırması değil, aynı zamanda kendini yeniden tanımlayabilmesidir.
Bu aşamada da yine Nietzsche’yi hatırlamadan geçmek mümkün değil:
“İnsan, özgürlüğünü kendi zincirlerini kırmakla değil, kendini yeniden yaratmakla kazanır.”

Sıcak Sütün İçindeki Çatlak
Sıcak Süt, varoluşsal bir sorgulama filmidir. Sevgi, bizi gerçekten özgür kılar mı, yoksa zincirler mi? Beden, ruhumuzda baskıladığımız hangi acıları anlatmaya çalışır? Özgürlük, bir başkasını bırakmakla mı, yoksa kendimizi yeniden inşa etmekle mi mümkündür?
En son sahnede Jean-Paul Sartre’ın ünlü “İnsan özgürlüğe mahkûmdur” deyişi adeta filmin ana fikri olarak gözlerimizin önünde sallanıyor. Söz konusu mahkûmiyet, Akdeniz’in kızgın güneşinde kavrulan çölde Sofia’nın varoluşunda yankılanıyor.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Füsun Esen Günaydın
Füsun Esen Günaydın
1965 Ankara doğumlu. Ankara ve Kuşadası’nda ikamet ediyor. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Gıda Müh. Bölümünde tamamladı. 15 yıl çeşitli alanlarda çeviriler yaptı. Halen değişik platformlarda deneme ve öykülerini yayınlıyor. Ayrıca “fusunesen.com” adresinde bir web sitesi yönetiyor.

POPÜLER YAZILAR