Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Ev=Kadının İtaat Alanı (mı?)

Gün geçmiyor sosyal medyada öne çıkan vakalarda bir kadın cinayeti veya kadına şiddete rastlanmasın. Daha geçtiğimiz ağustosta İzmir’de görülen Ceyda Yüksel Davası tüm dikkatimizi cinsel ilişki teklifini reddettiği için öldürülen kadınlara çevirdi. Sanık Serkan Dindar’ın “haksız tahrik indirimi” uygulanarak Yargıtay tarafından verilen ve onanan cezası, anne Filiz Demiral’ı isyan ettirirken, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın talimatıyla bakanlığın, onanan bu cezaya karşı harekete geçmesi kalplere az da olsa su serpti.

İzmir 6’ncı Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davaya müdahil olan bakanlık, Yargıtay’ın cinsel ilişkiyi reddetmeyi haksız tahrik nedeni sayan ve bu gerekçeyle cinayet sanığına ömür boyu hapis isteminden, 18 yıla inen cezai indirim uygulanmasını onaylayan karara temyiz aşamasında itiraz etti. Bu itiraz, kızının yasını tutamadan 2020 yılından beri hukuk mücadelesi veren anneyi biraz olsun mutlu etmiş görünüyor.

“Bir kadın ve bir anne olarak teşekkür ediyorum. Karar ne olursa olsun; Ceyda geri gelmeyecek. Ancak sanığa verilecek olan ceza, bir nebze de olsa kalbime ferahlık getirecek. Başka kadınların hayattan koparılmaması için, başka canların yitip gitmemesi için çıkacak karar oldukça önemli,” diyor.

Benzer olayların “evli” veya “bekâr” kadın engeli tanımadığını, sosyal medya aracılığıyla gün be gün takip ediyoruz. Bu da bizi kadının genel anlamda itaatini sorgulamamıza, evin şartlarının bu itaati zorunlu hale getirip getirmediğine, kadınların kendi hayatlarıyla ilgili; cinsel ilişkiyi reddetmek, boşanmak istemek vb. konularda karar almaları konularını tekrar gözden geçirmemize itiyor.

Evli olduğu erkeğin cinsel ilişki teklifini reddettiği için şiddet gören, darp edilen ve koruma altına alınan, hatta öldürülen kadın vakaları günümüzde artık azımsanmayacak oranda.

Bu konuyu hukuki, toplumsal ve etik boyutlarıyla ele almak, bize daha derin bir bakış açısı kazandıracak. Hukuki anlamda rıza olmadan gerçekleşen her cinsel eylem aslında tecavüzdür. İster eşiniz, ister sevgiliniz ya da tanımadık biri olması bu durumu değiştirmez. Kadın, kendi bedeni üzerindeki tek yetkili kişidir. Fakat ataerkil düzen ve kadının bedenini bir mülk gibi gören zihniyetler kadına hep, evlilikle birlikte “eşe cinsel erişim hakkı tanıyan” biri olarak baktılar. Haliyle, “evlilik içi tecavüz” uzun yıllar birçok ülkenin ceza hukuku kapsamına dahil olamadı ve görmezden gelindi.

Kadının kendini en güvenli hissetmesi gereken özel alanı olan “evde” en yakını tarafından ihlale uğraması ağırlaştırıcı sebep sayılıp, ceza indirimine gitmeden ağır yaptırımlarla cezalandırılması gerekirken bazı hukuk sistemlerinde “haksız tahrik” veya “iyi hâl indirimi” gibi gerekçelerle bu cezalar düşürülmekte bile. Bu durum mağdur olan kişiyi sadece ikinci kez mağdur etmekle kalmıyor, topluma “eşin veya sevgilin yaparsa daha az suçtur” gibi yanlış bir mesaj da veriyor.

Toplumsal anlamda baktığımızda böyle cezai indirimlerin ataerkil kültürü yeniden canlandıracağını söyleyebiliriz. Erkeğin, kadının bedeni üzerinde hak sahibi olduğu varsayımı kolaylıkla meşrulaşır. Kadın, artık şiddet gördüğünde şikâyet etmekten çekinir. “Nasıl olsa ceza indirimi alacak” kanısı adalet duygusunun ve adalete olan güveninin zedelenmesine yol açar.

Etik açıdan değerlendirdiğimizde şiddet, “sevgi” veya “evlilik” ile yasallaştırılınca insan onuruna tamamıyla aykırı bir durum ortaya çıkarıyor. Rızanın her an geri çekilebilecek bir hak olduğu konusunda benimle aynı fikirdeyseniz, en yakın ilişkilerde bile rıza yoksa, şiddetin varlığından söz edebiliriz.

Bu konuya feminist hukuk kuramları açısından bakışı araştırdığımda, karşıma Carole Pateman, Catharine MacKinnon ve Susan Brownmiller üçlüsü çıktı. Pateman (1988) ‘Cinsel Sözleşme’ kitabında klasik toplum sözleşmesi kurallarını eleştirir. Sosyal sözleşme teorilerinin erkek egemen bir zihniyeti yansıttığını, kadınların özgürlüğünü değil, erkeklerin kadın üzerindeki hâkimiyetini kurumsallaştırdığını söyler.

Pateman’a göre evlilik kurumu, kadının bedeni üzerinde erkeğin hak sahibi olduğu bir sözleşme biçimidir. “Evlilik içi tecavüz” olayının uzun bir süre suç olarak tanınmamasının altında ise, “kadının rızasının evlilikle birlikte önceden ve topluca verilmiş sayıldığı” düşüncesi yatar. Bunun asıl nedeni olarak “kadının sürekli hazır rızası” yanılgısını gösterir.

Catherine MacKinnon’a göre cinsellik, toplumsal olarak erkek egemenliği altında tanımlanmış. Kadınların cinselliğinin çoğu zaman erkeklerin arzularına göre şekillendiğini söyler. Bu bakış açısına göre “rıza kavramı” sorun teşkil eder. Kadınların çoğu zaman baskı, ekonomik bağımlılık, şiddet tehdidinin olduğu koşullarda “rıza gösteriyor” gibi göründüğünü savunur. Ona göre “evlilik içi tecavüz”ün cezalandırılmamasının nedeni, erkek egemen hukuk düzenidir. Böylece hukuk, erkeğin kadının bedeni üzerindeki mülkiyetini de korumuş olur.

Susan Brownmiller, tecavüz kavramını tarihsel olarak yeniden ele alıp, tecavüzü kadına yönelik ciddi bir toplumsal şiddet olarak tanımlar. Evlilik içindeki tecavüz de bu denetim biçiminin özel alanındaki oluşumudur. Kadının en güvenli alanı olan “özel hayat” denilen yerde, aslında patriyarkanın iktidarı yeniden üretilir.

Brownmiller, ‘İrademize Karşı: Erkekler, Kadınlar ve Tecavüz’ kitabında bir tecavüzcünün “sapık” imajının yanlış olduğunu, erkek-kadın romantik ilişkilerinde eş tecavüzünün şok edici bir şekilde yaygın olduğunu savunmuş. Brownmiller’ın bu konudaki çalışması ve konunun giderek dikkat çekmesi sonucunda ilk evlilik içi tecavüz yasaları 1970’lerin sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde kabul edilmiş.

Feminist hukukçular, “iyi hâl indirimi”, “haksız tahrik” veya “eş/sevgili/partner olması” gibi gerekçelerin, patriarkal ayrıcalıkları hukuken pekiştireceğini savunuyorlar. Bu sebeple cezanın indirilmesi yerine ağırlaştırıcı sebep sayılmasının altını çiziyor ve kadının özel hayatına nüfuz edilerek daha derin bir ihlalin yaratıldığını vurguluyorlar.

Dünyada dönüm noktalarına baktığımızda; (1970) Amerika başta olmak üzere, (1976) Almanya’nın evlilik içi tecavüzün cezalandırılabileceğini açıklaması, (1979) Oregon-ABD’de ilk defa bir erkeğin karısına tecavüzden hüküm giymesi, (1980-1990) birçok Batı ülkesinde yasaların değişmesi, (1993) Birleşmiş Milletler’in evlilik içi tecavüzü “insan hakları ihlali” olarak tanıması, (2019) itibariyle dünya ülkelerinin yaklaşık %78’inde evlilik içi tecavüzün açıkça suç sayıldığı görülüyor ama hâlâ 30’dan fazla ülkede yasak değil veya gri alanda.

Türkiye’de ise (1926-2004) Eski Türk Ceza Kanunu’nda evlilik içi tecavüz diye bir suç tanımı bulunmuyor. (2004) Yeni Türk Ceza Kanunu’na göre ise TCK 102 cinsel saldırı suçunu düzenliyor ve evlilik içi tecavüz de bu kapsamda yer alıyor. Ancak hâkimler “aile birliği”, “boşanmayı önleme” ya da “iyi hâl” gibi gerekçelerle cezaları hafifletebiliyorlar.

Sonuç olarak baktığımızda, tarih boyunca kadınların bedeni evlilik üzerinden “kocanın hakkı” gibi görülmüş. Feminist hareketler sayesinde bu anlayış sorgulanmış ve 1970’lerden itibaren yasalar değişmeye başlamış. Bugün birçok ülkede “evlilik içi tecavüz” suç sayılıyor fakat uygulamada ya cezalar indiriliyor ya da görmezden geliniyor. Türkiye’de ise 2004’ten beri yasal zemin olmasına rağmen, yargı pratiği kadınlar açısından hâlâ güvenilir görünmüyor.

Ayda İmer
Ayda İmer
Yeditepe Üniversitesi Hazırlık Okulunda İngilizce Öğretim Görevlisi.Yıldızlar Dökülür Gecelerimden, Çiçek Açan Öyküler, Her Sonbahar Gelişinde ve Görülmemiştir kollektif kitaplarının yazarlarından biridir.

POPÜLER YAZILAR