Doğruya şükür etmek neydi, ne zaman yapabiliyorduk? Kendimizi rahatlatmak, acımızı dindirmek için mi en iyi yol mu, yoksa başkasının hâliyle kendimizi avutma çabası mıydı bu? Peki insanoğlu insanlığını bununla mı gösterecekti?
En zor zamanlarımda büyüklerim hep bana derdi: “Şükür et, senden de kötü durumda olanlar var.” Sonra bu şükür etmeyi Tanrı ile bağdaştırdılar. Dini korkular ve garip şükürler vardı içimde. Büyüdükçe hazmedemediğim bir şeydi; başkalarıyla kendimi karşılaştırmak ve bunun adına şükür demek… Acaba doğru muydu?
“Kendi başına gelmeden anlamazsın,” derler ya… Bir gün bir düğünde, iki kız beni görüp korkarak kendi içlerinde bir şükre düştüler; bu acayip canımı yakmıştı. Başkalarına bakıp şükür ederken, şimdi aynı şey bana yapılmıştı. Demek ki ben de bir döngünün içindeydim; şükür etme döngüsü.
Geçenlerde bir blogger’ın sözleri beni geçmişe götürdü: “Ben cücelere, yani kısa boylu insanlara bakamıyorum; hatta bazen onlara bakıp şükrediyorum.” Bu, insanların korkusuydu. Engelli bireylere bakamama korkusu… Ya bana da o olursa? İşte bunun psikolojide bir adı var: Disabilitofobi. İlk defa öğrendim ve araştırdım: Engelliliği olan insanlara karşı korku, onlardan kaçınma ve bunu fark etmeden çocuklarımıza aktarma hâli.
Bir defasında uçaktayken bir kadın, çocuğunun beni görmemesi için bayağı çaba sarf etmişti. O zamanlar on sekiz yaşlarındaydım. Uzun süre düşündüm: Bu annelik içgüdüsü müydü, iyilik miydi, yoksa korku mu? Ya bir gün kendi çocuğu benim yerimde olursa? O zaman ne yapacaktı? Kendini nasıl koruyacaktı?
O zaman ben sadece sorular sorabilirdim. Ebeveyn ise soruları doğru bir biçimde cevaplamalıydı. Bilinçli insan yetiştirmek önemli değil miydi? Annelik bunu gerektirmez miydi?
Geleceğimle ilgili kaygı oluşmuştu: Anne olabilecek miyim? Bir çocuğum olursa onu annesinden nasıl koruyup sevdireceğim? Yıllar geçtikten sonra arkadaşlarımın ve kuzenlerimin çocukları oldu. İçimde hâlâ bir endişe vardı: Ya yapamazsam, onlara gerçek sevgiyi veremezsem… Bu olay, benim bakış açımı derinden değiştirmişti.
Doğrusu kendimi geliştirerek bu kaygıları atlattım. Peki ya benim gibi kendini geliştirme fırsatı olmayanlar ne yapabilirdi?
Bir de başka bir durum var: Kendi çocuğu engelli olan ebeveynler ne yapmalıydı? Yeğenimi parka götürmüştüm; saat çok erkendi. Sadece biz vardık, yanında bir anne ve oğlan çocuğu daha vardı. Bizim geldiğimizi görünce anne endişelendi. Süheyla salıncakta sallanıyordu; annenin telaşını hissettim. Düşündüm; belki görünüşüm farklı olduğu için… ama yanılmışım.
Anne, oğlunun bir ses çıkarma ve iletişim bozukluğu olduğunu anlattı. Zararlı değilmiş ama diğer çocuklar bu sesten çok korkarmış. Parkta çocuk yokken gelirlermiş; her şeyden uzak bir hayat seçmişti. Çünkü anne artık başkalarıyla mı mücadele etsin, yoksa çocuğuyla mı ilgilensin?
Ve benimle konuşmaya başladı: “Çocuğunuza zarar vermez, korkmayın; sadece ses çıkarır.” Ben de Süheyla ile fark etmemiştik; aslında çok endişeli olduğu gözünden belliydi. Belki de diğer ebeveynler gibi bizim de oradan kaçacağımızı düşündü. Ona dedim: “Hiç kimseye bakma, çocuğun sosyalleşsin.” Ama anladım ki pek de oralı olmadı; yorgundu, anlayışsız insanlardan yorulmuştu. Onun da hakkı yok muydu çocuğunu dilediği saatte parka getirmeye? Çocuğunun da hakkı değil miydi oyun oynamak, eğlenmek?
İşte kaç defa gözünün içine bakarak şükürler etmişlerdi ona… Peki ya biz, şükür ederken hiç sorduk mu kendimize:
Şükür etmenin yeri ve zamanı ne zaman?
Başkalarını incitmeden bunu nasıl yapabiliriz?
Gerçekte şükür etmek, sadece başkalarından üstün olduğumuzu düşünmek veya karşılaştırmalar yapmak değil; kendi farkındalığımızla, yaşamın değerini, sahip olduklarımızı ve empatiyi hissedip minnet duymaktır.



