Cuma akşamlarımızı süslerdi Süper Baba. Takvimler doksanlı yılları gösteriyordu. Her şey şimdikinden daha sade ve daha içtenlikliydi. Ben o zamanlar, ilkokula yeni başlamış bir miniktim henüz. Cuma günleri en sevdiğim gün, Süper Baba en sevdiğim diziydi.
Bazı diziler unutulur, bazı karakterlerin izi ise bir ömür kalırmış insanın ruhunda. Çünkü onlar sadece bir senaryonun değil; bir dönemin, bir duygunun, bir özlemin tam kalbine denk gelirmiş. Süper Baba, işte böyle bir hikâyeydi.
Fikret, nam-ı diğer Fiko, eskinin Çengelköy’ünden, Çınaraltı’ndan gülümserdi ekrandan. Gerçekten de süperdi. Her haliyle. Annesiz yetiştirdiği üç çocuğuna yaptığı babalıkla, Kahveci Nihat ile olan dostluğuyla, dedesine, babasına, abisine ilgisiyle, sevgisiyle ve unutulmaz aşklarıyla süperdi. Aslında sadece elinden geleni yapıyordu. Ne kahramandı ne mağduru oynuyordu. Şimdiki neslin hiç de süper bulmayacağı şekilde, olabileni yapıyordu, idare ediyordu, vazgeçmiyordu. Hayattan yediği tokatların kinini gütmezdi. Yorulsa da mücadeleden kaçmazdı. Sabrı taşsa da öfkesine yenilmezdi. Sevecendi, duygusaldı, ince düşünceliydi.
Süper Baba, bana “babam da ağlar,” demenin ayıp olmadığını gösterdi. Babamın da yorgun, korkak, âşık, umutsuz olabileceğini öğretti. Ve babamın ne yaşarsa yaşasın, başına ne gelirse gelsin yine de evin direği olmaya devam edeceğini anlattı. Babamın sevgisini; sarılmadan, söylemeden ama hep orada, sırtımı dayayabileceğim çınar gibi kök salarak durmasından hissedebileceğimi fark ettirdi.
Süper Baba’da gördüğümüz o mahalle, yani Çengelköy; izlerken deniz kokusu gelirdi burnuma. Hem de o yaşta. İstanbul’a aşkım belki de o diziyle ve Çengelköy’le başladı. O semtte yaşayan bir şey vardı: Dayanışma, komşuluk, vicdan. Tıpkı bizim mahalleye benziyordu ruhu, dostlukları.
Bugün, kendi babamı düşünürken gözümün önüne Fiko da geliyor. Çünkü benim babam da Fiko’ya benziyor. Denizin kıyısında elinde sigarasıyla yürüyen, gözlerinde yorgunluk ama adımlarında direnç olan bir adam. Bazen iyi bir baba olmak için sadece çaba yeter. Sadece kalmak, sadece sevmek, sadece “elinden gelenin en iyisini yapmak.”
Aslında babamla ilişkimiz Süper Baba ve çocuklarının ilişkilerinin karışımına benzedi hep. Ben hep küçük Mine gibi küçük kaldım onun gözünde. Büyüdüğümü asla kabullenmedi. Ortanca oğlan Alim gibi onun tuttuğu takımı tutmadım mesela. Babam, fanatik bir Fenerbahçeli, ben Galatasaray aşkına tutuldum. Ve büyük kızı Zeynep gibi hep burnumun dikine gittim. Babam bankacı olayım diye Ticaret lisesine gitmemi isterdi. Ben insanları sevdiğimden Turizm okudum. O, “Liseye kadar okumak yeter, bir işin olsun, elin ekmek tutsun,” derdi, ben üç defa üniversite bitirdim. “Erkenden evlen, evin, yuvan olsun,” derdi, onu da dinlemedim. Otuz yedimde evlendim. Yine de hiçbir zaman dünyayı dar etmedi bana, gölgesini üzerimden de çekmedi. Tıpkı Fiko gibi.
Bugün Babalar Günü. Bazılarımızın babası hâlâ hayatta, bazıları çoktan gitti. Bugün, sadece yanımızda olanları değil, kalbimizde taşıdıklarımızı da anmak için bir vesile. Hatta ben hiç tanışmadan içime dokunan bir babayı da anıyorum.
İyi ki varsın baba.
İyi ki vardın Fiko.
İyi ki geçtin Çengelköy sokaklarından.
İyi ki bıraktın bana, bir baba hatırası gibi o diziyi.
Çünkü ben, biraz da senin çocuğunum.
Çünkü benim babam da tıpkı senin gibi.
Baba bir masal anlat bana.
İçinde denizle balıklar,
Yağmurla kar olsun, güneşle ay.
Anlatırken tut elimi,
Uykuya dalıp gitsem bile,
Bırakıp gitme sakın beni.
Bana bir masal anlat baba.
İçinde tüm sevdiklerim,
İçinde İstanbul olsun.