Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Belki de?

Odanın köşesindeki parlak metal kapı konuşmayı bekliyordu; yalnızca söylenemeyenleri tutuyordu içinde. Loş bir mahzene açılıyordu; cam raflarda dizili yıllarca tutulmuş nefesler, parmak izleri gibi taş duvarlara asılı kalan vazgeçilmiş umutlarla dolu. Hiç açamadığım, aslında hep elimde olan anahtarını içime sakladığım…

Uyandığımda elimde anahtar yoktu. Ve ben yine buradaydım. Sokak kapısındaki kilidin tıkırtısı göğsümde bir çan gibi çınladı. Başımı yastığın içine gömdüm ve nefesimi tuttum. Kapı açılıp kapandı, olabildiğince sessiz. Başımı yastıktan kaldırıp ellerime baktım; avuçlarım bildik bir haritanın kirli kıvrımlarıydı ama haritanın üzerindeki şehir bana yabancıydı. Kendinden kaçmak en zoru, dedim sessizce. Sonra aynı cümleyi tekrar ettim, bu defa kelimeler yavaşça odanın eşyalarına yayıldı.

Yavaşça doğrulup kalktım yataktan. Banyoya gittim. Lavabonun üstündeki aynaya baktım. Işıkları açmadım. Ayna, duvardan sızan neon bir ışıkla, yüzümü ikiye böldü. Aynadaki yüzüm bana ihanet edip başka bir odanın fotoğrafını yansıttı. Bir kadın. Bir masanın başında. Üzerinde çok şık bir etek-ceket takım. Siyah. Umutlu gözleri kenetlenmiş, dudaklarının kenarında eski bir sözün izi duruyor. Sildim aynayı avuç içlerimle; parmak izlerim geçmişin notaları gibi kaldı sırlı aksimde. Çaresizlik, kendinden saklanan bir gölgenin, usul usul içine çekildiği bir sıvı gibi yuttu yüzümü. Her silme hareketinde kırılmış bir parça, yaşanmamış bir tarih, kapanmamış bir yara belirdi yüzeyde ve sonra kayboldu; kayboluşu izlemekten yoruldum.

Oda. Odamız… sessizliğe doğru çekildi; sessizlik tıpkı bir battaniye gibi eşyaların üzerine serildi ve her nesne kendi hikâyesini fısıldamaya başladı. Günlerden kalan kahve fincanı, soğuk yüzünde günlerin unuttuğu saatleri tuttu. Geçmişin hapishanelerinde kendimle kaldım; tel örgü gibi birbirine dolanmış düşünceler, tozlu ayakkabı kutusunun üzerinde yığıldı. Dışarıya ait ezilmiş adımlarımı saymayı çoktan bıraktım… Bir fotoğraf ilişti gözüme. Ne zaman çıkardım çekmecenin dibinden? Kenarları sararmış, içinde gülen bir çift; gülüşlerinin arkasındaki boşluk odanın puslu havasına karıştı ve nefesimi kesen bir tanımazlık bıraktı geride. Eşyalar gecenin ortasındaki gölgelere karışırken, arkalarında izler bıraktılar yine. Bu sefer daha da derin… Bir çentik, kırmızı bir leke, açılmamış bir mektup, mora çalan bir göz kapağı, alt kısmı sararmaya başlamış bile.

Gece ilerledikçe içime doğru yol aldım. Hatırlananları hafifletmedi kuytularım. Kıpırdayamamanın dikenleri battı içime. Kaçmaya çalıştım. Kaçamadığım her an, aynalarda bir parçamı bıraktım. Nereye gidebilirim ki? Sesim, odanın tül perdelerinde titreyen bir gölge gibi yayıldı, çoğaldı; gölgeler birbirlerine dokunurken ben, kendi adımı unutmamak için dudaklarımı zorladım. Sahi bir adım var mıydı benim? Hatırlamalıydım. Yapamadım.

Sokak kapısının önünde durdum. Deliğindeki anahtarın metalinde hayatımın küçük lekeleri parlıyordu. Hayır! Hepsi eski yaraların kırıklarıydı. Ben… Kapı… Açmak ya da açmamak! İşte bütün mesele bu! Peki ya geride bırakacaklarım? Hangi kitabı alırdım? Hangi fotoğrafı katlardım? Hangi ayakkabıyı giyer, hangi izi silerdim? Hangi yaraları sarardım? Hangi yaşanmışlıkları yanıma alıp hangilerini arkamda bırakırdım? Elimi anahtara götürdüm. Soğukluğu anılara geçti. Belleğimi ele geçirdi.

Sonunda durdum kendi eşiğimde. Elimi anahtardan çektim. Nerede başlayıp nerede bittiğimi bilmek istemedim. Çünkü bilmek, bazen geri dönmeyi gerektirir. Susturdum zihnimi. Odanın köşesindeki sessizliğe eğildim. Sessizliğim, odanın sessizliğine karıştı. Oda sessizlikle genişledi. Şehrin gece sesleri ufaldı, fısıltılara dönüşüp kendi yankılarında kayboldu. Zihnimin yorgunluğu öbek öbek doldu avuçlarıma. 

Banyoya döndüm tekrar. Sıcak suyu açtım. Bekledim. Buharla doldu içerisi. Ayna, içimden sızan bir ışıkla, yüzümü üçe böldü. Bu sefer ihanet etmedi bana. Üç ben belirdi karşımda. Üçünün de gözlerinde aynı hüzün. Kapana kısılmış yavru bir ceylanın bakışları değil bu sefer. Etrafı tel örgülerle sarılmış, vahşi bir dişi aslanın olanları, olacakları kabulleniş hâli üçünün de gözlerindeki. Aynadaki buharı parmak uçlarımla nazikçe dağıttım. Parmak izlerim geçmişin notaları gibi kaldı orada. Kendi adımı unutmamak için dudaklarımı zorladım. Sahi gerçekten bir adım var mıydı benim? Hatırlamalıydım. Hatırlamamak mı yoksa unutmak mı? Aralarındaki ince çizgiyi zorladım. Adımı fısıldadım. Bu defa içime değil, dışarıya…

Mutfaktaki yığılmış bulaşıklara baktım. Kirli tabakların, geride kalan yemek artıklarının, ağızları yağlı bardakların, lekeleriyle bütünleşmiş çatal, bıçak, kaşıkların ve artık parlamayan çelik tencerelerin, teflonu gitmiş tavaların üzerinde ellerimi gezdirdim. Kendime bir kahve pişirdim. İçemedim. Salona geçtim. Karşısındaki koltuğa oturup bir süre ağzının kenarındaki salyayı, kirlenmiş sakalını, saçındaki kepekleri, yağlanmış alnını, burun deliklerinden hafifçe dışarı çıkmış kıllarını seyrettim. Elinden düşmekte olan bira şişesini almadım bu sefer. Yemek masasına fırlatılmış ceketini, yere atılmış kravatını toplamadım.

Birkaç yıl önce birlikte film seyrederken beraberce sarınırız diye aldığımız polar battaniyeyle üstünü örttüm. Yatağa geçtim. Uzandım. Gözlerimi yumdum. Parlak metal kapı önümde, anahtarı elimdeydi. Loş bir mahzene açılıyordu. Artık iyice tozlanmış cam raflarda dizili; yıllarca tutulmuş nefesler, parmak izleri gibi yosunlu, küf kokan taş duvarlara asılı kalan vazgeçilmiş umutlarla dolu. Bildim hep ama… Kıpırda(ya)madım. Kendimle baş başa kaldım. Ancak, bu kez bir adım atmıştım. Belki de ben öyle sandım.

Sezi Coşkuner
Sezi Coşkuner
ODTÜ İngilizce Öğretmenliği mezunudur. 24 senedir ODTÜ’de öğretmenlik yapmaktadır. Evli, iki çocuk annesidir. Kendini bildiğinden beri okumayı ve yazmayı sevmektedir.

POPÜLER YAZILAR