Her gün binlerce yaşanmışlık içinde kendimiz olma gayretindeyiz. Bizlere verilen ve aldığımız görevlerin içinde yaşadığımız gelgitler… Taşıdığımız döngülerin hangisine tutunduk veya tutunamadık? Hayatın savurduğu yerlerin neresindeyiz? İnsanlığın dramı bir erkek için mi kolay, bir kadın için mi kolay, hangisini söyleyebiliriz?
Biz, olmakla zorlandığımız bazı şeylerde çıkış bulamadığımız zaman; kalmakla gitmek arasındaki ince çizgi… Bir kapıyı kapatıp diğer bir kapıya erişebilmek. Yolunda gitmeyen bir şeylerde çözmek mi, düğümlemek mi arasındaki duyguyu tanıyabilme, her iki şekilde de korku kaçışı yaşatabiliyor. Bunun ceza mı mükâfat mı olduğu, hangi rolü kabul ediyorsan yaşayacağın odur. Bu durum bir kadın için söz konusuysa üstesinden gelme çift katmerli bir anlayış istiyor. Bunu babaannemin davranışındaki kızgınlık ve kırgınlık hallerinden okumuştum.
“Güzel kadın, kalbinizin teselli kapısını incitmeyin.
Duygusal kölelikten duygusal özgürlüğe kaçışı bul.
Duygularımızın sorumluluğunu üstlenmek bilgeliktir.
Kendi duygunu başkalarının yerine koy, öyle konuş.
Kimsenin duygularının sorumluluğunu üstlenme.”
Güzel, sevecen konuşmaktan adeta korkan babaannem… Çevresine bir kale gibi mutsuzluğu ve huzursuzluğu, üslubunun sertliğiyle bir duvar gibi örmüştü. Sanki gülersem sevgim anlaşılır der gibiydi. Mutlu olmaktan kaçar mıydı insan? Kaçardı. Peki babaannem neden böyle olmuştu, ne yaşamıştı da bu hali sergilemeyi seçmişti? Bir kadın bütün kapılarını neden kapatır, sevgiden, huzurdan neden kaçardı? Acı çekmeye alışmış olması; kendine yeni doğuşa izin vermeden yıllarca çocuklarını büyütmesi miydi?
“Her kapı ve duvarı pencereye çevirebilirsin.
Görünenin ardındaki karanlıkla yüzleşmek cesarettir.
Açmaya çalıştığın bütün kapıların anahtarları sende.
Anlatamadığın sözler kor gibi içinde, dinlemeye izin ver.”
Büyük dede askere gitmiş ve geri dönmemişti. Nedeni, niçini belli değil. Öldü mü, kaldı mı, evlendi mi, neydi kaçışı? Kapanmış bütün kapılar ardında olanlar, bilinmeden kapanmıştı. Bilinen sadece kapıların önü ve ardında yaşananlar; görünen veya görünmeyenlerdi. Belki dede huzurlu bir kaçıştaydı. Peki nine için öyle miydi? O, kundakta bebeleriyle nereye gidebilirdi? Ne yapabilirdi? Kendi içine kaçışla, çocuklarıyla kızgın kızgın büyümüştü.
“İzlemek istediğin özgürleşme, düşünce ışığından aksın.
Sözünü öyle özenli seç ki, senin için önemli olan bizim için de önemli olsun.
Savunmandaki acı kaçışı koruma; sürgün çekip gitmek değil,
Mahkûm da azat olmuş bir kaçış; kendini yeniliklere bırakmakta bir kaçış.”
Kaçış ve yeniden doğma arasındaki ince çizgiyi hangisi, nasıl yaşamıştı? Erkek kaçışıyla kadının kaçışı bir olmadığı anlaşılıyordu. Kadını hapseden, erkeği özgürleştiren… Belki de tam tersi yaşanabilirdi. Peki kıldan ince, kılıçtan keskin o sınır, tutunduğumuz sebeplerin ta kendisine ne deniyordu? Her şey sebepler tahtında vücut bulması… Bizim onu kendi halimize göre şekillendirdiğimiz… Sebep-sonuç arasındaki boşluğu neyle doldurmayı seçtiğimiz… Babaannem hem sevgiden kaçışı hem mutlu olmaktan kaçışı seçmişti. Oysa sebep-sonuç arasındaki ince sınır; sebeplerin zıddı zıddıyla açığa çıkmasıydı.
“Peki başlangıç mı daha iyiydi, yoksa sonuç mu?
Başlangıç mı daha iyidir, yoksa ortası mı?
İnsana en faydalı olacak olan önce mi, sonra mı?
İkisinin arası bulanıklık.”
Bilinen sebeplerin içindeki sınır kime göre, neye göreydi? Bir kapının önü de ardı da sınır… “Dâhilik ve delilik” arasındaki çizgi… Biri filozof olmak için kapılar arkasına gizlenmiş. Diğeri zihnin kapıları ardına saklanmış. Zihnin uyanıklık ve bulanıklık hâli… Ölümle doğum arasındaki gölge gibi… Görülmesi ve bilinmesi gereken bir şeyde zıddı varsa, orada bir mertebe, bir mücadele, bir büyüme olduğu…
İnsan neden kendinden kaçmayı düşünür? Her yeni günü bir doğuş olarak görmek istemediği için mi? Nasıl ki hastalanır, iyileşmekten kaçar; başarı için okumak ister, ders çalışmaktan kaçar. Çalışmak ister, tembelliğe kaçar… İstediği şeyi istemediği için kaçış hâllerini yaşar durur. İyiliğe elverişli olmayan kimse ne önünü ne de arkasını hesaba katmadan yürümesine ne denir ki?
Oysa “İnsan kalbi yüz kapılı bir saraya benzer; mutlaka bir kapı açıktır. Kavga edip gürültü çıkaranlar, açık kapı aramayan ve kapalı kapıları yumruklayanlardır.” O vakit şöyle diyebilir miyiz? Şu hayatı öğretmek için gelen sebepleri öğrenebilmek… Hayat, şu veya bu şekilde, hep bir oluşum içinde sana sunum yapmakta. Biri değilse diğeri, o da değilse bir başkası… Sana uygun hep bir sunum var. Bir kadın da olsan, olayların görünen yüzü kadar görünmeyen yüzüne de odaklanıp her ikisiyle yüzleşebilmek, kaçış olmadan…
“Alışkanlıklardan kaçmadan, yeniden doğuş çizgine kaçış.
Zorluklarla başa çıkma veya çıkamama; hepsi bir kaçış.
Sebepleri arzulamanın son bulması da bir kaçış.
Kapanan kapılar ardına saklanmak en acımasız kaçış.”
Şöyle diyebilmek çok daha güzel: Kulaklar sebeplere tıkanmasın. Sevimli olmayan şeyler peşimizi kovalarsa; sınırları aşmadan, kapıları zorlamadan, çirkinlikle olayları büyütmeden çekip gidebilmek… Güzellikleri, huzuru işitir olabilmek…
Çirkinliği gözün görmesine izin verme ki, sürülmek istenilen lekeyi uzaklaştırabilsin. Çünkü görünür olan senin gördüğündür. Oysa kimden nereye kaçış? Sebep-sonuç ilişkisi bunun için vardır. Eninde sonunda yaşayacağın bir şeyi neden düzeltmeden kapatır da kaçarsın? Sebepler sevmenin rahatlığı için; kapılar gam ve derdi iyileştirmek için vardı.
Ufak bir kıl bile kaçsa nazik gözüne nasıl acıtıyor… İnsan sebepleri önceden anlayınca kendini o yana daha rahat teslim edebiliyormuş. Bir kadın olarak, sebepler her ne olursa olsun… Kapanan kapı, bin bir kapılı sarayda da olsa kendine açılmayan kapıya takılıp kalma. Senin için açık olan bir kapı muhakkak sende vardır. Kıymetli ömrünü israf etme ki dışın gibi için de saf ve dahi kalsın.



