Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Patriarkalden Kaçış

2025 yılının Türkiye’sindeyiz. Burada kaçış, popüler kültürün romantize ettiği gibi bir macera ya da özgürlük arayışı değil. İçinde hovardalık, heyecan ya da tatlı bir telaş yok. Erkek edebiyatının, beyaz camdan yansıyanların ve sinemadaki bakışın çok uzağında, bambaşka bir gerçeklik var. Gelişmekte olan ülkeler bağlamında baktığımızda kadın için kaçış; iş yükünden ya da modern dünyanın gerçeklikten kopuk yaşam biçiminden uzaklaşmak anlamına gelmiyor. Manevi bir dönüşüm ihtiyacıyla motive olmuş bir yetişkinin heyecanını da görmüyoruz burada. Meseleyi bulanıklaştıran o tülleri biraz kenara çekelim. Kadın için kaçış, doğrudan doğruya güvenlikle, hayatta kalmakla, yaşamı sürdürmekle ilgilidir.

Dezavantajlı grupları açıkça tehdit eden şiddet unsurunun, bu kaçışta asla azımsanmayacak bir payı olduğunu biliyoruz. Bu açıdan feminist ekonomi-politik perspektiften baktığımızda, kadınların şiddetten kaçışı ekonomik bağımsızlık ve sosyal haklara erişimle doğrudan ilişkilidir. Jacqui True, kadınların ekonomik özgürlükleri söz konusu olduğunda şiddete maruz kalma risklerinin azaldığını vurguluyor. Kadınların ekonomik bağımsızlığı, sadece maddi anlamda özgürleşmek anlamına gelmiyor. Bu, aynı zamanda toplumsal güç ilişkilerinde daha sağlam bir yer tutmak demek. Bu nedenle, kaçış sadece fiziksel olarak harekete geçmenin ötesinde; kaçış, bir ekonomik ve sosyal özgürleşme mücadelesi. Kadınlar ekonomik kaynaklara erişim sağladıkça şiddet ortamlarından çıkmak için daha fazla seçenek ve güç kazanıyorlar. Bu durum, şiddetin önlenmesi ve kadınların yaşam kalitesinin artırılması açısından kritik bir öneme sahip. Kadınların ekonomik bağımsızlığı, onların kendi hayatları üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmalarını sağlıyor. Sosyal haklara erişim de kaçış süreci için önemli bir faktör. Sağlık hizmetleri, barınma, hukuki destek gibi sosyal hizmetlere ulaşabilmek, kadınların güvenli bir ortam bulmalarını ve yeni bir hayata başlamalarını mümkün kılıyor. Kadınların bu haklara erişimi arttıkça şiddete maruz kalma riskleri azalır ve yaşam kaliteleri yükselir.

Bunun yanında kentte, kent kırsalında ve nüfusun günden güne azaldığı kırsal alanlarda annelik, karılık, evlatlık görevlerini yerine getirirken aynı zamanda çalışma hayatında yer almanın zorlukları içinde sürüklenen kadının kaçışını gözden kaçırıyoruz. Maalesef bu fiziksel bir kaçış değil. Kadının gündelik hayatında sosyal ve mekânsal baskılarla örülü bir hayatta kalma pratiği.

Bu durumun, bireylerin baskı ve kısıtlamalarla dolu sosyal alanlarda kendi özgürlük yollarını yaratma çabası olduğunu Michel de Certeau’nun 1980 yılında yayımlanan Gündelik Hayatın Keşfi (L’invention du quotidien) adlı eserinde, gündelik hayatın sıradanlığının orta yerinde görürüz. Kadınlar hayatın içinde bu baskı dolu alanlardan “kaçış” yolları ararken, aslında mekânı yeniden üretmek ve dönüştürmek için taktikler geliştirir. Zihinlerinin içinde küçük kaçış yolları yaratır, mekân ve durumdan ayrıksılaşırlar. Yazının başında bahsi geçen kadın olmaktan ileri gelen bu rollerden ve rollerin biçmiş olduğu sorumluluklardan kaçamayacağı, dinlenme ve yenilenme için serbest zaman yaratamayacağı düşüncesiyle kendisine sığınır kadın. Toplumda su yüzüne çıkmamış olan bu hâl, kadını tahammüle alıştırır. Çünkü insan, yaratılışı gereği kaldıramayacağı yüklerin altına giremez. Neticesinde bir hayvandır. Gücünün, enerjisinin ve kapasitesinin bir sınırı vardır. Hayatın zorlukları içinde yüzleştiği her ihmalde, şiddet ve yetersizlik sarmalında kadın, sabrının yakıtı olacak mutluluğu kendi dünyasında yaratmanın gayreti içine girer.

Henri Lefebvre’ye göre mekân, toplumsal ilişkilerin ve iktidar yapılarının bir yansımasıdır. Yani mekân sadece fiziksel bir yer değil, aynı zamanda toplumdaki güç dengelerinin, ilişkilerin ve iktidar yapıların şekillendirdiği bir alandır. Kadınların kaçışı ise sadece bireysel bir hareketten ibaret değildir. Bu kaçış, aynı zamanda toplumsal güç ilişkilerine karşı bir direniş ve mekânı yeniden var etme, dönüştürme sürecidir. Kadınlar içinde bulundukları baskı dolu mekânları kendi taktikleriyle yeniden şekillendirerek kendilerine hem fiziksel hem de sosyal anlamda özgürlük alanları yaratırlar. Henüz çalışma hayatında yer almadığı yıllarda, kamusal alanda yer bulamayan hanımlar, ev buluşmalarında ve hamamlarda sosyalleşmişti. Hanımlar kendilerine bu sınırlı alanda bambaşka bir dünya yarattılar. Hatta kapalı kaldıkları dört duvarın içinde eşlerine meslekleri ve hayat tercihleri için yol gösterdiler. Eşlerinin kamusal alandaki duruşlarına katkıda bulundular.

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinde evde eğitim görmüş ve buna rağmen eşlerinden çok daha entelektüel olan hanımlar görürüz. Ancak biliriz ki eğitimli olma ayrıcalığını ve evde kalmanın keyifli uğraşlarını ancak ayrıcalıklı küçük bir grup hanım deneyimleyebilmiştir. Bu duruma ilişkin kaygıları da elbette kendilerine özgü olmuştur. Buna rağmen dönemin romancılığı üzerinden sürecin kadınlarda yarattığı kimlik ve özdeğere ilişkin bunalımın sonucu olarak toplumda çeşitli çarpıklıklar ortaya çıktığını görürüz. Dönemin erkek romancıları, kadın dünyasına özgü olan bu durumu, kadının kendi başına halletmeye çalışması üzerinden “ahlaki kaygılar” çerçevesinde bir felaket olarak okur. Ancak hayatın içinde kendisine bir yer bulma, kendini gerçekleştirme telaşı olan bir kadının buna dair anlam arayışı ikili ilişkilere sıkıştırılmayacak kadar derin ve kıymetlidir. Nitekim sonralıkla kadınlar sosyal hayatın içinde, henüz çalışma hayatına girmemişken adım adım yer bulmaya başlamışlardır. Bunun ilk örnekleri Karaköy’de görülür. Bir poğaçacının üst katı hanımlara ayrılmış, sonradan birçok restoran ve café-chantant Müslüman hanımları ağırlamaya başlamıştır. Mekân, kadınların direniş ve özgürleşme mücadelesi için bir sahne hâlini alır. Kadın toplumsal hayatın içinde görünürlük sağladıkça, üretim süreçlerine katkıda bulundukça ve sosyal düzeni sağlayan meslek gruplarının içinde yer aldıkça patriarkanın kendisine biçtiği rollerin ötesine geçer. Kaçışı bir buhran olmanın ötesinde konumlandırır ve gerçek anlamda bir hak arayışına çevirir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kadınların eğitim, çalışma hayatı ve sosyal haklar alanında kazandıkları ilerlemeler bizlere kaçışın sadece bireysel değil, toplumsal bir dönüşüm olduğunu gösterir. 20. yüzyıl boyunca kadın hareketleri, yasal hakların genişlemesi ve kamusal alanın kadınlar için erişilebilir hâle gelmesi, kadınların şiddet ve baskıdan kaçış yollarını çeşitlendirmiştir. Bu tarihsel süreç, kadınların özgürlük arayışlarının kolektif bir mücadeleye dönüşebilmesinde çok kıymetli bir yere sahiptir.

Zeynep Can
Zeynep Can
Marmara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema mezunudur; İletişim Bilimleri alanında yüksek lisans yapmıştır. İlgi alanları sinema, gündelik hayat sosyolojisi, popüler kültür ve kadın çalışmalarında yoğunlaşır. Metinlerinde bu alanların kesişimlerini araştırır; bireysel deneyimlerle toplumsal yapılar arasındaki gerilimleri görünür kılar. ‘Sen Bana İnanma’ adlı podcastinde de benzer temaları farklı anlatım biçimleriyle tartışır.

POPÜLER YAZILAR