I. Kapı – Eksik Kalan Boşluk
Benim adım Elara. Çocukluğumdan beri içimde şekilsiz ama hissedilir bir boşluk var. Akşamla yatsı arası gövdesini saklayan bir karanlık gibi, adını koyamadığım ama yokluğu değil, varlığıyla büyüyen bir yer. Sevgiye ve onaya uzandığım ellerimi bazen havada yakaladım, bazen havada bıraktım. Saygı beklediğim günlerde duvara çarpan bir ses gibi sessizliğe gömüldüm. Potansiyelimin altında yaşadığımı biliyor ve onu aşmak için çırpınırken, her seferinde içimdeki o çukurun kenarlarına sürtünerek kanıyordum.
Hayatımı şekillendiren kırılmalar hep bu çöküşlerin ardından yükseldi. Dedemin yokluğuyla açılan yaradan, yıllar sonra babaannemin gidişiyle sızlayan yeni bir kesik çıktı karşıma. İkisinin arasında kaybettiklerimi toplamak için uğraşırken kendimden de parçalar eksilttim. Yine de onlardan öğrenilmiş bir gerçek vardı elimde; sevginin hakiki hâlini bir kez tanıyan kalp onu bir daha unutmaz. Unutmamak bazen acıtır ama insanı ayakta tutar.
Duygularımın izinde yürümekten hiç çekinmedim. Kalbim nereye çağırsa kulak verip gittim. Yalnız, sezdiğim niyetlerin sert rüzgârından korunmak için yüzüme bir maske yerleşti çoğu zaman. Göründüğüm kadar yaklaşır, incineceğim anda geri çekilip kendime can suyu bırakırdım. Kötülük etmek içime sinmezdi, kendimi savunmaksa bazen susmak anlamına gelirdi. Görmek yorar, bilmek ağırlaştırır; ben de dengeyi araya araya yürürdüm.
Kaçışlarım erken başladı. Bir yere sığamadığımda valiz topladım, bir duyguyu taşıyamayınca yürüyüşe çıktım, kelimeler yetmediğinde uykunun kıyısına sığındım. Dünya aynı kaldı belki ama ben değişmeyi sürdürdükçe onu taşımanın yollarını yavaş yavaş öğrendim.
II. Kapı – Londra’nın Gri Işığı
Gençliğimin bir döneminde Londra’ya gittim. Gökyüzü çoğu gün kapalıydı, ince bir yağmur taşları ıslatır; metroda kalabalığın arasına karışıp görünmez olmayı öğrendim.
Sabah bir kahvede çalışır, akşam başka bir işte yorulur, İngilizce konuşmaya çalışırken aslında kendimi çevirdiğimi fark ederdim. Özgür hissettim; o özgürlüğün içinde büyük ve serin bir yalnızlık gezindi. Güçlendim, büyüdüm, yine de döndüm. İçimdeki boşluğu orada bırakmadığımı, tam tersine valizimin en sağlam yerine yerleştirip geri getirdiğimi dönüş yolunda anladım. O gidiş bir kaçıştı, dönüşüm de öyle. İkisi de beni kendime biraz daha yaklaştırdı.
III. Kapı – Demir ve Zındık
Döndüğümde iki yeni varlık girdi hayatıma. Biri bir adamdı, adı Demir. Diğeri bir kediydi; adını ben koymadım, Zındık denildi ve öyle kaldı.
Demir’in bakışında adının ağırlığını taşıyan bir keskinlik vardı; parlak, derli toplu ve soğukluğunu saklamayan bir parıltı. Gülümsediğinde yanak çukurunda toplanan o küçük gölge, insanın üzerine düşen kederi kısa bir an için hafifletirdi. Ben işte o yanak çukuruna düşer gibi oldum.
Sevgi, yeryüzünde en haklı sebepti benim için. Demir, güçlü bir duruşa, net fikirlere sahipti. İlk başlarda kendimi, karmaşama bir düzen getiren bir limana varmış gibi hissettim. Sevmeyi bildiğimi sanırken meğer insanın kendi kendine bile düşman kesilebildiğini onunla yıllar içinde öğrenecektim.
Zındık’la aynı gün tanışmadık ama aynı haftanın içindeydi. Bir arkadaşımın evinde, yarı uyur yarı uyanık bir hâlde bana bakıyordu; ya da ben öyle sandım. Kediler insanın ruhuna uzaktan dokunur, sonra kokularını hafızana bırakır. Benim hafızamda Zındık’ın kokusu, sakin bir odadaki güneş ışığından ibaretti.
Evime geldiğinde ben konuşuyordum, o dinliyordu. Bazen anlatırken ağlıyordum; üstelik en tuhaf anlarda, ağır bir cümlenin sonunda horlamaya başlıyordu. Birkaç kez kırılacak gibi oldum, sonra fark ettim; o, kedilerin kadim adabını uyguluyordu. “Kötü söz uykuyu getirir,” der gibiydi. Belki de kötü sözden koruyordu beni; horlayarak o sözü bastırıyordu. Bilemem. Ama yanında durdukça kalbimin nabzı düzenli atmaya başlıyordu.
Demir’le ilişkimiz ilerledikçe, ilk başta cazibesi gibi görünen şey aslında dengesizliğiydi. Başlangıçta güven veren netliği, zamanla kontrolcü bir tavra dönüştü. Bir gün beni göklere çıkarır, ertesi gün “Aklın karışık,” derdi. Ne okuduğumla, kiminle görüştüğümle ilgili sorular sormaya başladı. Kitap okuduğum için şüphelenir, “Fazla düşünmek insanı bozar,” derdi.
Akşamüstleri evde çıplak dolaşır, perdeleri açmama izin vermezdi; “Gözler var,” derdi. Ben penceredeki paslı demirlerin aralığından sızan ışığa bakar, içimden “Evin parmaklıkları var,” diye geçirirdim. O parmaklıklar benim içimdeydi, dışarıda değil.
Yine de sevdim. Sevgi, en karanlık yerleri bile ısıtma gücüne sahip. Bu gücün nerede tükenip nerede taşacağını hesaplamayı bilmiyordum. “Fayda–zarar” denklemim yoktu; kalbimin matematiği yoktu.
Zaman geçti; aynı evde dört yıl. Benim evimde kaldı, masrafların çoğu benden çıktı; bu bir sorun değildi ilk başta. “Bir gün eşitleniriz,” diye düşündüm. Eşitlik, kâğıt üstünde bir kelimeymiş meğer; bazıları içinse hiçbir zaman anlamı yokmuş.
Evlendiğimiz gün, gelinliğin içinde, “Sonunda muradına erdin,” dedi. Sözlerinde ince bir diken vardı. Gülümsedi sonra, “Güzel olmuşsun,” dedi. Ben o dikeni dişimle kırmaya çalıştım o gece; kırılmadı. Diken, cildin altına doğru yürüdü.
IV. Kapı – Monte Carlo’nun Rutubeti
Evlendikten altı ay sonra Demir’le ülkeyi terk etmeye karar verdik. Monte Carlo’da küçük bir kafe devraldı; ben de orada çalışacaktım. Yeni hayatın kokusu, taze boyayla küf kokusunun aynı odada çarpışmasıydı.
Demir’in aldığı ev, garajdan bozma bir yerdi. Tavan yüksekti ama nefes alamıyordu; duvarlardan rutubet sızıyordu. Tek parça cam, aradaki demir parmaklıklarla bir “bak ama yaklaşma” vitrinine çevriliyordu. Perdeler kirliydi. Perdeler kapanınca gece oluyordu; açmak istediğimde, “Komşular var,” diyordu.
Evin üst katında, tavana neredeyse değen bir yatak vardı. Zındık o yatağın ucunda bir kez zıpladı; “Burada biraz daha kalırız,” der gibi baktı.
Kafede sabahları erken açıyor, kahvelere süt köpüğü çizerken ellerim titriyordu. Demir bazen gülerek “Şu titremeyi düzelt, müşteri kaçar,” derdi; bazen de “Bu iş senden daha çok sabır istiyor,” diye eklerdi.
Akşamları eve dönerdik; yine perdeler, yine çıplak beden, yine karanlık ve kontrol oyunu.
Zındık bu evde garipleşti. Bazen bir noktaya saatlerce bakar, bazen kapının önünde kulak kabartırdı. Bir gün ağzında minik bir böcek getirdi; yatağın ucuna bıraktı. “Bak, hayat böyle bir şey; taşı, bırak, unut,” der gibiydi.
Evin rutubeti ve aramızdaki hava aynı anda ağırlaştı. Kış gelince kokular koyulaştı. Çoğu gece banyoda saklanır ağlardım.
Bir gün Demir pasiflora almış; “Sakinleşirsin,” dedi. Sakinleşmedim.
Derken bir gün, Zındık kaçtı. Merdivenlerden sessizce indi, köşede kayboldu.
Demir, “Boş ver, bulur yolunu,” dedi. Benim yolumu kim bulacaktı?
O gece ellerimi açıp, “Allah’ım, ya beni bu adamın elinden al ya da bu adamın elinde can verişimi seyret,” dedim.
Ertesi gün Demir telefonunu evde unuttu. Şifreyi bilmeden, aklıma gelen ilk rakamı yazdım. “Açılacak,” dedim içimden. Açıldı.
Mesajları gördüm.
Sesimi çıkarmadım.
Demir döndüğünde, “Kafeyi devredelim, Hindistan’da tapınağa gidelim, arınırız,” dedi.
Ben sustum.
Sonra bir gece, “Bari bilet bakayım,” dedim. Dönüş tarihini seçmek, içimdeki kilidin açılmasıydı.
Ertesi sabah kapının dibinde tırmalama sesi duyuldu. Kapıyı araladım.
Zındık.
Bir deri bir kemik.
Başını boynuma koydu. O an içimde geniş bir sessizlik açıldı.
Ertesi sabah Demir’e, “Döneceğim,” dedim. “Bilet aldım.”
“Zındık ne olacak?” diye sordu.
“O benimle değil; seninle kalmayı tercih etti,” dedim.
Son gün perdeleri açtım. Demir ses etmedi.
Havaalanına giderken sokakta ince bir gölge gördüm: Zındık. Bana bakmadı. Gerek yoktu. Artık içimdeydi.
Uçağa bindim. Kanatlar dönerken içimdeki parmaklıklar kırılıyordu.
V. Kapı – Geri Dönüş ve Kaçmayı Bırakmak
Döndükten sonraki günler, şehrin sesini yeniden duymayı öğrendim.
Aileme “İyiyim,” dedim sadece.
Bir iş buldum. Sabah kahvemi taşırmadan içtim.
Demir’e bir kez mesaj attım: “İmzalanacak evrakları yolla.”
Yolladı.
Sessizliğimiz birbirini yuttu.
Aynaya baktım bir gün; saçımda iki beyaz tel. Eksik değil, iz.
Kendime, “Nasıl gidiyor?” diye sordum.
“Hayatımdayım,” dedim.
Demir’den öğrendiğim: Aşk, ödül değildir.
Zındık’tan öğrendiğim: Mutsuz bir evde durulmaz.
Annem bir akşam “Mutlu musun?” diye sordu.
“Çok mutlu değilim,” dedim, “ama çok mutsuz da değilim.”
Gülümsedi.
Şimdi kendime diyorum ki:
“Çok mutlu olmayı bekleme; çok mutsuzluğu da normalleştirme.”
Bir akşam pencereden ağacı izlerken siyah–gri bir tüy gördüm. Kalbim sıçradı.
“Zındık!” diye seslendim.
Yoktu.
Ama içimde bir sıcaklık vardı.
Anladım: Geri gelmesini istemiyorum; çünkü artık kaçmıyorum.
Ben, Elara. Bu hayatı artık saklanmadan sürdüreceğim.
Kapılarım açık; ama her rüzgâra değil.
Perdem açık; ama içimde parmaklık yok.
Demir sustu.
Zındık’ın horultusu hâlâ gecelerimi onarıyor.
Kaçış, meğer bir dönüş dersiydi.
Dönüşün gerçeği ise insanın kendine dönebilmesindeymiş.
Rüyamda hâlâ o rutubetli eve dönüyorum.
Zındık içeri girip küçük bir böcek bırakıyor:
“Taşıdım, bıraktım, unuttum,” der gibi.
Uyandığımda evim benimle aynı nefesi alıyor.
Sonunda kapının önüne bir kâse su bırakıyorum.
Kimse içmeyebilir.
Belki rüzgâr bile dokunmaz.
Ama o kâseyi koyabildiğim için içimdeki boşluk artık rüzgârla değil, su sesiyle doluyor.



