“Gülen kadınlar bir ülkenin sokak lambalarıdır. Kadınları gülümseyen ülkelerin geleceği, yarınları aydınlıktır.”
Yıldız KENTER
Sanki artık o sokak lambalarının ışıkları birileri tarafından iyiden iyiye kısılmaya başladı bu ülkede…
Evet, bize dayatılan bir hayat var. İstesek de, istemesek de bunu yaşıyoruz. Bütün mesele, bu süreçte kendimize nasıl davrandığımız…
Yaş aldıkça, kendinizi öyle acımasızca yargılamayı bırakıyorsunuz esasında.
Öyle miyim, böyle miyim diye bir anaforun içinde kıvranmıyorsunuz. Meydan okumayan, iddiasız, kendi halinde “Ben de böyleyim işte,” diye bir söz dökülüveriyor ağzınızdan.
Artık kimseye hesap vermek zorunda olmadığınızı biliyorsunuz. Çünkü artık kendinize alışıyorsunuz. Çünkü o yaş, artık birçok şeyde sınandığınız bir yaş oluyor.
Bir kere parasız kalmış, bir kere dünyanın kaç bucak olduğunu görmüş, en yakının saydığın kişiden esaslı bir darbe yediğin, dipleri gördüğün bir yaş oluyor.
Ama sonra, kimseye yaslanmadan ayağa kalkmış, başını tekrar gökyüzüne çevirmiş bir kadın olmayı da beceriyorsun.
Bütün bu yaşananların sonucunda bizim kuşak “BIRAKMAYI BİLEN BİR NESİL” olmayı da başardı galiba…
Bizi tüketen evlilikleri, sırf geçmişi var diye bize iyi gelmeyen dostlukları, mış gibi yaşamayı, aman kimse üzülmesinleri bıraktık.
Tükendiğimizde bunun bir zayıflık olmadığını,bilakis gayet insani bir hâl olduğunu anladık.
Ailenin o kadar da kutsal olmadığını anladık.
Ebeveynlerimizi yargılamanın boşa kürek çekmek olduğunu anladık.
Sosyalleşeceğim diye hiç de iyi hissetmediğimiz yerlerde vakit kaybetmeyi bıraktık.
Ne gariptir ki insan kendisiyle kavgası bittiğinde başlıyor yaşamaya…
Fakat bir taraftan da, garip bir şekilde kadınların kendini kanatma kabiliyetine sahip olduklarını düşünüyorum.
Başkasının tenkid etmesine hiç ihtiyacımız yok. Çünkü biz bunu kendimize öyle acımasızca yapıyoruz ki anlaşılır gibi değil.
Büyütücü aynalarla bakıyoruz yüzümüze. Göz kenarlarımızdaki kırışıklıkları, saçımıza düşen akları görüp üzülmek için âdeta.
Kilo mu almışız, yoksa bu kıyafet mi yakışmamış; sürekli bir eleştiri hâli…
Sanki hep mükemmel olmak zorundaymışız gibi. Nasıl bir dayatmadır bu üzerimizdeki?
Bir erkek, asla bunun derdine düşmüyor mesela. Bilakis “Yaşlandıkça daha yakışıklı oldum,” diyerek gerim gerim geziniyor. Ne yazık ki kadınlar için yaralayıcı ve önyargılı bir bakış açısıdır bu ama asla kadının suçu değildir.
Kabahatleri görürüz önce biz. Acımayız kendimize. Başımızı okşamayız hiç. Hele ki çocukluğumuzda bile başımız okşanmamışsa, o zaman vay hâlimize…
Hep bir şeylerden vazgeçerek var olmak öğretilmiş bize. Oysa vazgeçmeden de var olabilirdik. Kadınlık fedakârlıkla özdeşleştirilmiş âdeta.
Anneannemin meşhur lafıdır, “İyisini, kötüsüne yama yap,” diye yetiştirilmiş bir neslin çocuklarıyız, düşünsenize…
İşte bu nedenle bu ağır yükün, seneler sonra kadınlara dönüşü çok sert oluyor ve ne yazık ki bunun farkına ancak yıllar sonra varılabiliyor.
Mesela, üniversiteyi bitirince şöyle hesapsız bir yolculuğa çıkamamış bir nesildik biz.
Çok telaşlıydık, çünkü iş bulmak zorundaydık. Bu ülkede ekmek hep aslanın ağzındaydı zaten…
İş bulduk, bu sefer de orada kendimizi göstermenin yollarına bakmalıydık. Aniden giydiğimiz tayyörlerin içinde sıkışmaya, büzüşmeye başlamıştık. Akşam iş çıkışı rakı mı içmeliydik yoksa bir terapiste mi gitmeliydik?
Çünkü kendi kararımızla seçmediğimiz bölümleri okumuş ve istemediğimiz işlerde çalışır olmuştuk.
Bir gün gitme hayalini, kenarlarda bir yerlerde hep saklı tutuyorduk.
Tuhaf bir aralığın çocuklarıydık biz esasında. Hayır demeyi becerememiştik.
Sonra evlenmek durumundaydık. Ee, yaşımız geçiyordu. Kimimiz severek, kimimiz öylesine evleniverdik. Ne yazık ki bu coğrafyanın makus talihi, eril baskısı burda da üzerimizdeydi. Bir de muhakkak çocuk yapmalıydık. Olmazsa olmazdı o. Ama kimse bize mutlu olup olmadığımızı ya da anne olmak isteyip istemediğimizi sormamıştı.
Bu yüzden erken yorulan bir nesildik biz.
Her şeye rağmen, annelerimizden yadigâr o sabun kokulu bilgilerle sabretmeye ve yetinmeye devam ettik.
Ve artık bayağı büyümüştük. Hem de ne büyümek. Durmalıydık artık… Bu kadar didiklemenin, kendimizi bu kadar yaralamanın bir anlamı olmadığını yürekten hissetmiştik.
Yüzümüzdeki çizgileri de sevecektik biz. Artık bu yaşlarda kendi gözlerinle kendine bakmayı öğreniyor insan çünkü. Aynalar ne söylerse söylesin, “Ben nasılım? Asıl önemli olan bu,” diyebiliyorduk artık.
Çünkü geç de olsa kendimizi sevmeyi öğrenmiştik.
En güvendiğinin kendin olduğunu, istemediğin hiçbir şeyi yapmıyor olmanın en büyük lüks olduğunu çok iyi biliyorduk.
İşte o zaman, İYİ Kİ VARIM diyerek yolda olmanın keyfini çok iyi çıkarıyorsun.
Ve yol o zaman şahane oluyor…
Yolda olan ve cesaretini hiç kırmayan tüm kadınlara sevgilerimle…



