Bali-1 Bölüm
Bali, Uzakdoğu’da bir ada. “Uzakdoğu” tıpkı “Orta Doğu” gibi, adını batılıların koyduğu bir coğrafya. Kime göre uzak? Uzak Batı diye bir yer yokken neden Uzakdoğu var mesela? Mısırlı aktivist Neval El-Saadavi bunun sömürgeci bir dil olduğunu, bulunduğu her platformda ifade ediyor ve diyor ki; “Ben Uzak Batı deyince herkes gülüyor. Neden Uzakdoğu deyince kimse gülmüyor?”
Bir tarafında Hint Okyanusu, bir tarafında Bali Denizi olan, Endonezya’ya bağlı adalardan birinde, yaşadığın yerden on bin kilometre uzak olmak, sarsıcı bir duygu. On iki saat uçakla gidince insan sadece yol yorgunu değil, zaman yorgunu da oluyor. Doğu’ya gittiğimiz için zamanda ileri gidiyoruz. Zamanın su olup aktığı yetmezmiş gibi, bir de durduk yere beş saat ileri gitmek; delilik. Yaklaşık beş milyonluk bir nüfusun yaşadığı adanın %80’inden fazlası Hindu. Endonezya’nın neredeyse %90’ının Müslüman olduğu düşünülürse bu ada Hindu azınlığın yerleştiği ve çoğunluğu oluşturduğu bir kara parçası.
Tıpkı Afrika gibi, birçok sömürgeci ülke tarafından kaynakları talan edilmiş, nüfusu dizayn edilmiş. Afrika yazı dizisinde uzun uzun anlattığım için, burada bu konulara girmeyeceğim. Ama şunu belirtmeden edemeyeceğim; dünyanın en yoksul halkları, dünyanın en zengin kara ve deniz kaynaklarının olduğu yerlerde yaşıyor. Ve yalan dünya; zengini mahrumiyete, yoksunu zenginliğe mahkum ediyor. Her ne kadar sadece yoksulunki mahrumiyet gibi görünse de asıl çalınmış zenginlik, ağır bir mahrumiyettir belki de kim bilir.
Bu ülke aslında görmek istediğim yerler listesinde ilk sıralarda değildi. Başka bir sürü yeri hayal ederken zamanlama ve planlardaki aksiliklerle kendimi Bali’ye giderken buldum. Ama sonrai bu denk gelişlerin tesadüf olmadığını anladım.
Bali ley hatlarının geçtiği bir bölgeymiş meğer, oraya gidince öğrendim. Ley hattı da nedir derseniz; ley hattı tıpkı paraleller ve meridyenler gibi, aslında gerçekte var olmayan ama dünya yüzeyini tanımlamak, anlamlandırmak için kullanılan hayali çizgiler. Ley hatları ilk kez 20. yüzyılın başlarında, amatör arkeolog ve fotoğrafçı Alfred Watkins tarafından öne sürülen bir teori aslında.
İngiltere’nin Herefordshire bölgesinde varlıklı bir çiftçi ailede doğan Watkins’in, İngiliz kırsalını çaprazlayan düz çizgilerden oluşan bir ızgara fark ettiğini iddia etmesiyle bu süreç başlıyor. Bu çizgilerin tarih öncesi, insan yapımı yerleri ve doğal yapıları birbirine bağladığını ve bu hatların kesiştiği noktalarda önemli kutsal mekanların bulunduğunu varsayıyor Watkins. Ayrıca, bu çizgilerin tarih öncesi tüccarların yolculuklarında, en optimum rotayı oluşturduğunu da iddia ediyor. “Ormandaki açıklık” anlamına gelen Anglo-Saksonca ley kelimesinden esinlenerek “ley hatları” adını veriyor amatör arkeoloğumuz bu hayali çizgilere. Watkins, Stonehenge örneğinde olduğu gibi, bazı ley hatlarının gök cisimleri ile hizalandığını, ayrıca İngiltere’deki birçok kilisenin düz çizgilerle birbirine bağlanabileceğini, bu ibadethanelerin ley hatlarını belirleyen taşların bulunduğu yerlere inşa edildiğini iddia ediyor. Stonehenge, Giza Piramitleri, Machu Picchu ve Ayers Kayası (Uluru) gibi kutsal/antik mekanların, ley hatlarıyla birbirine bağlı olduğunu öne sürüyor. Aynı hat üzerinde olan kutsal mekanlar, bunlarla da sınırlı kalmıyor; Ayasofya, Kabe ve Mescid-i Aksa da aynı ley hattı üzerinde.
Yeryüzündeki bu hizalanmanın, gökyüzündeki yıldızların izdüşümlerine göre olduğuna kadar bu teoriyi götürmek mümkün. Ley hatlarının geçerliliği, akademik arkeologlar tarafından kabul edilmese de henüz bilimselliği kanıtlanmamış teorilere ilgi duyanlar, ley hatlarının dünya genelindeki önemli yerleri birbirine bağladığını ve özellikle hatların kesişim noktalarının güçlü enerjilere sahip olduğunu düşünüyorlar.
Ben ne düşünüyorum?
Şu an bilimsel olarak kabul edilen her şey, onlar keşfedilmeden önce bilimsel değildi. Suyun kaldırma kuvveti, Arşimet onu formülize etmeden önce de vardı ve su kendinden düşük yoğunlukta olan her şeyi kaldırıyordu. Newton f=ma’yı formülize etmeden önce de yukarıdan düşen bir nesne, yer çekimi ivmesi ve kendi ağırlığıyla doğru orantılı olarak aşağı doğru hızlanıyordu. Yani biz bulduk diye onlar var olmadı. Fizik, kimya, biyoloji ve bilim olarak nitelendirdiğimiz her şey, gerçekleşmekte olan olayların yüksek zekâlar tarafından fark edilip bunların oluşlarındaki örüntüyü görmeleri ve bu örüntüyü formülize etmeleriyle bilimsel oldular. Dolayısıyla, eğer birbirlerinden yüzlerce yıl farkla inşa edilmiş yapılar, bir örüntüye göre yeryüzüne yayılmışsa ve bu örüntü ile gökyüzündeki yıldızların yayılma örüntüleri arasında da bir paralellik varsa; bu bizim şu an bilmediğimiz ama halihazırda var olan başka bir bilime işaret ediyor olabilir.
Bilmeseniz de hissettiğiniz şeyler vardır ya. Adanın hangi köşesine gitseniz farklı bir enerjinin varlığını hissediyorsunuz. Tıpkı her evin, her şehrin, her ülkenin bir kokusu olduğu gibi; her evin, her şehrin, her ülkenin farklı bir enerjisi var. Bu arada koku ile enerji arasında da bir bağlantı var ama onu tam olarak çözebilmiş değilim. Bu ada topyekün bir ibadethane gibi. Her evin yanında kendi ibadethanesi inşa edilmiş. İş yerlerinin kapısının önünde, evlerin giriş kapılarının önünde küçük sunular var. Sunu dedikleri; içine çiçek, madeni para, bazen bir yiyecek; ekmek, bisküvi gibi şeyler koydukları küçük kül tablası gibi bir kap. Bu sunularla Tanrıya şükürlerini ifade ettiklerine inanıyorlar. Hindistan’daki Hinduizm’den oldukça farklı geldi bana inanç sistemleri. Daha ılımlı, daha steril, daha hoşgörülü bir hinduizm sanki. İnançlarını yaşama biçimleri Budizm’i de çağrıştırıyor. Örneğin sığır eti yemeyen Hindistanlı Hinduların aksine, Bali’de sığır eti yeniyor.
Tıpkı Hindistan’da olduğu gibi birçok tanrı isminden bahsediliyor. Her tanrı spesifik bir konu ile anılıyor. Ancak dinlerini çok tanrılı bir din diye tanımlamak da doğru değil çünkü hepsinin ötesinde ve üstünde olan tek bir güce inanıyorlar. Farklı coğrafyalarda, farklı dinden insanlarla konuşurken genelde farklılıkları değil, benzerlikleri görmeye odaklanmayı tercih ediyorum. Çünkü farklılıklar zaten kabak gibi gözünüzün önünde ve bas bas bağırıyor. Benzerlikleri, hatta nihai noktada vardıkları ortak yeri anlamaya çalışmak, hem insanın zihnini aktif tutuyor hem de ruhunu besliyor ve huzura kavuşturuyor. Bazen bu bakış zorlama bir aynılaştırma, ortak nokta bulma çabası gibi görünebilir ama bu da benim yolum. Keyfimin kahyası böyle istiyor.
Birçok tapınak ziyaret ediyoruz Bali seyahati boyunca; en çok bilineni; Tirta Empul tapınağı. Kutsal olduğu düşünülen bir su havuzunda yıkanarak arınıldığına inanılıyor. Yıkanma seramonilerini izlediğimde, Ganj’da yıkananların ritüelleri ile benzerlikler buluyorum. Tapınaklara girişte, sarong denilen örtüleri etek gibi belimizden itibaren sarıyoruz. Hem erkekler hem kadınlar bacaklarını örtmek zorunda girişte. Bu örtüler sadece kısa ve açık giyinenler için değil. Her tapınağın kendine göre renkte ve desende sarongu var. Dolayısıyla oraya girerken oranın örtüsünü kuşanmanızı istiyor görevliler. Neredeyse tamamen kapalı giyindiğim bir gün, sarong almama gerek olmadığını düşünüyorum. Ancak kapalı giyinsem de ince bir kuşak veriyor görevli, belime bağlamam için. Görevliye soruyorum; “Takmasam olmaz mı? En azından fotoğraf çekilinceye kadar takmayayım,” diye adamı darlıyorum. Diyor ki; “Yok, mümkün değil. Beni işten atarlar buna izin verirsem.” Mecbur uyuyoruz kurallara. İlk bakışta bu dayatma anlamsız gelse de aslında bu, dışsal hazırlığın içsel hazırlığı hatırlatan bir işareti olduğu düşüncesi doğuyor zihnimde. Kutsallık atfedilen bir mekâna girerken yaptığın bu küçük hazırlıklar, hem zihnini kodluyor hem de ruhunu hazırlıyor. “Birazdan karşı karşıya kalacağın o enerji yoğunluğuna hazır mısın?” diye soruyor bu hazırlıklar.
Bu tapınak ne kadar turistik, kalabalıksa bir sonraki durağımız olan Tanah Lot Tapınağı, bir o kadar otantik ve etkileyici. Okyanusun kenarında dalgaların çarpa çarpa şekillendirdiği bir kaya parçası üzerine inşa edilmiş tapınak. Okyanusun hırçınlığı ile tapınağın sakinliğini, dalgaların coşkunluğu ve tutkusuyla, kayaların vakur ve münzevi halini bir araya getirmiş bir yer. Dakikalarca tepeden aşağıya, tapınağın olduğu kara parçasına ve bitimsiz bir şekilde gelip giden, gidip gelen dalgalara bakıyorum. Hipnotik bir etkisi var buranın. Zihnime tanımlayamadığım, bilmediğim, belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim bilgi kütleleri yükleniyor, büyük büyük dosyalar “download” oluyor. Bakalım açabilecek miyim o dosyaları. Mercan Dede’den Toz Pembe çalıyor sanki arka planda.
Herşey sana gelmek içinmiş;
Bu dünya kalmak için değil,
Yanmak için.
Sağ elim göğe, sol elim toprağa,
Döndüm..
Hak gönüldeymiş;
Yüzünü,
Gönülde gördüm..
Her şey, bir şey için. Çünkü o bir şey, her şey. Çokluktaki birlik, birlikteki çokluk kuşatıyor benliğimi; tıpkı renkli, çiçekli sarong gibi sarınıyorum, bürünüyorum, katlanıyorum içime…
Ley hatları diye bir şey var mı, bilmiyorum ama Bali’yi ruhum bir yerlerden tanıyor, bir ünsiyet kuruluyor aramızda. Belki de ezelden beri var olan aşinalığın tezahürü gibi. Ve Uzak (!) Doğu’da bu yakınlık duygusu içimi titretiyor. Sanki onca yolu ben gelmemişim de o bana gelmiş gibi kulağıma fısıldıyor Bali;
“Her şey sana gelmek içinmiş…”



