Pazar, Kasım 23, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Hayalet Zincirler

Ev, kadının yaşamında güvenli bir sığınak, aynı zamanda sınırlarını çizen görünmez bir hapishane olmuştur.
Ev ile kadın arasındaki ilişki, hem korunma hem de sınırlandırılma dinamikleriyle örülmüştür.
Hepimiz, evi yuva yapanın kadın olduğuna; kadının asıl görevinin eviyle ilgilenmek olduğuna dair söylemleri duymuşuzdur. Peki hiç düşündük mü: Bu söylemler kadına güven duygusu kazandırmayı mı amaçlar, yoksa daha farklı bir amaca mı hizmet eder?
Tarih boyunca kadın, evde hem korunan hem de görünmez hâle getirilen bir varlık olmuştur.
Viktoryen İngiltere’de, 19. yüzyıl kadınları ‘evin meleği’ olarak idealize edilmişti. Kadının görevi evi düzenli tutmak, çocukları yetiştirmek ve kocasına destek olmaktı. Tamamen eve hapsolmuş orta ve alt sınıfa nazaran görece daha avantajlı durumda olan aristokrat sınıf kadınları, lüks evlerinde kütüphaneye sahipti; hayatı romanlardan öğrenmeye çalışıyor, eşleriyle birlikte müzikallere ve yemekli partilere katılabiliyorlardı.
Lady, düşes, barones gibi unvanlara sahip bu kadınlar unvanlarını babaları veya kocaları vesilesiyle alıyor; herhangi bir lady işe girip çalıştığı takdirde unvanını yitiriyordu. Hangi kesimden olursa olsun, tüm bu kadınların ortak özelliği arzularını bastırmak zorunda kalmalarıydı.
Avrupa’da da benzer şekilde, ekonomik ve sosyal bağımlılık kadınları eve sıkıştırıyordu. Miras ve mülkiyetin erkek üzerinden kontrol edilmesiyle kadın, neredeyse tamamen ev ve aile ile özdeşleştiriliyordu.
Osmanlı döneminde de durum farklı değildi. Padişahların koyduğu katı kurallar, kadınların sokağa çıkmasını ciddi şekilde kısıtlıyor; toplumsal varlığını sınırlandırıyordu. III. Osman’ın, kadınların dışarı çıkarken renkli çarşaf giymelerini, süslenmelerini, topuklu ayakkabı giymelerini yasakladığı biliniyor. Ayrıca padişah, kendi gezilerine ayırdığı haftanın üç gününde kadınların sokağa çıkmasını yasaklamıştı.
Kadın ve erkeklerin birlikte kayığa binmesi, 1580’den 1918’e kadar süren bir başka yasaktı. Haliç ve Boğaziçi’nde toplu taşıma yapan kayıklarda bile kadınlarla erkekler ayrı oturtuluyor; erkekler en iyi kısımları kullanabilirken kadınlara kuytu alanlar ayrılıyor ve aralarına perdeler çekiliyordu. Bu perdeler, yolcuları yalnızca fiziksel olarak ayırmıyor; kadınların kendini değersiz hissetmelerine de sebep oluyordu.
Yaz aylarında gidilen mesire yerlerine erkekler istedikleri zaman gidebilirken, kadınlara yalnızca cuma günleri izin veriliyordu. Üstelik kılık kıyafetleri de sıkı kurallara tabiydi. Bu yasaklar, sosyal sınıf fark etmeksizin uygulanıyordu. Sarayda yaşayan sultanların bile dışarı çıkabilecekleri tek gün olan Cuma’yı büyük bir heyecanla bekledikleri; havanın güzel olması için dualar ettikleri anlatılır.
Yasakların amacı toplumsal düzeni korumak, devletin denetim mekanizmasını kolaylaştırmak olarak sunulsa da; asıl amaç kadının özgürleşmesini engelleyerek erkeğin iktidarını pekiştirmekti. Kadının kamusal alanda görünür olmasının kontrol edilmesini zorlaştıracağı düşünülüyordu.
Günümüzde doğrudan yasaklar olmasa da kadınların hareket özgürlüğü hâlâ sınırlandırılmaya çalışılıyor. Başına kötü bir şey gelen, haksızlığa, tacize uğrayan bir kadına yönelik “O saatte orada ne işi vardı?”, “Niye o kadar açık giyinmiş?” gibi sorgulamalar, kadının dışarıda ve görünür olmasının yanlış olduğu algısını pekiştiren bir toplumsal baskı aracına dönüşüyor. Kadının kamusal alandaki varlığı sürekli denetleniyor; görünmez zincirler kadını evinin ve toplumun sınırları içerisinde tutmaya çalışıyor.
Bugün de toplum, “okumayan, çalışmayan, ailesine odaklanan kadın” idealini hâlâ dayatıyor; kadından evde kalması, görünmez bir dengeyi sağlaması, toplumsal normlara uyması bekleniyor. Eğitim alması, çalışması ya da kendi yaşamını inşa etmesi eleştirilip “geleneksel rolünden sapıyor” gibi yorumlarla karşılaşıyor. Rolünden sapmayan, hayallerini, kendilerini erteleyen kadınlar pencereden dışarı bakan yorgun gözleriyle akıp giden hayatı seyrediyor.
İstediği mesleği seçme özgürlüğünü yakalamış kadınlar bile iş hayatında hâlâ erkeklerle eşit koşullara ulaşabilmiş değiller. Kariyer yolunda onları bekleyen ‘cam tavan’ adı verilen görünmez engeller; terfi süreçlerinden liderlik pozisyonlarına, ücretlendirmeden iş görüşmelerine kadar pek çok alanda karşılarına çıkıyor. Yetkinliklerine rağmen geri plana itilen kadınlar, çoğu zaman erkek adaylara hiç sorulmayan “Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musun?” gibi ayrımcı sorularla yüzleşmek zorunda kalıyor.
Dahası, bu durum sadece iş yaşamıyla sınırlı değil. Kadının ikinci mesaisi evde devam ediyor. Hepsinde olmasa da hâlâ çoğu evde yemek yapmak, etrafı düzenlemek, çocuklarla ilgilenmek gibi pek çok görünmeyen iş kadının omuzlarında. Erkeklerle aynı saatlerde çalışıp aynı oranda yorulan kadınlar, evde dinlenmek yerine bu işleri yapmakla yükümlü hissediyor. Çünkü ‘iyi kadın’, ‘fedakâr anne’ tanımları hâlâ bu emeğe göre yapılıyor. Erkekler ev işlerine yardımcı olduklarında takdir görürken; kadınların bu işleri yapması doğal görülüyor. Böylece evin sınırları içinde üretilen bu eşitsizlik, kadının sınırlarını daraltmaya devam ediyor.
Oysa artık kadınlar eve sığmıyor. Hayalet zincirlerini kırıyor; kendi hayatlarını özgürce inşa ediyor; hak ettiği eşitliği savunuyor; kahkahasının susturulmak istendiği yerde sesini yükseltiyor; görmezden gelindiği yerde görünürlüğünü artırıyor. Sokakta, işte, hayallerinde ve yaşamın her alanında sessizliğiyle değil, sesiyle, adımıyla, varlığıyla dünyayı dönüştürüyor.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Rabia Candan
Rabia Candan
Okumayı öğrendiği günden beri en büyük tutkusu kitaplar. Yıllardır perakende sektöründe çalışan bir mühendis olsa da yazarlık hayalinin peşini bırakmaya hiç niyeti yok. Öykülerinde hayata ve insana dair gözlemlerine yer vermeyi seviyor. Yazmanın hem kendisi hem de başkaları için bir keşif ve iyileşme yolculuğu olduğuna inanıyor.

POPÜLER YAZILAR